Köşe Yazısı

Tarihin interneti

Çağla Taşkın / 17.12.2015

“Nizam zamanı meydana getirir; zaman nizamı değil.”

Bruno Latour

 

“Bu buluş iş hayatını, siyaseti, bütün hayatı değiştirecek; ülkeler arasındaki sınırların kalkmaya başlamasıyla dünya, giderek daha küçük bir yer haline gelecek, haber kaynaklarımız dönüşüme uğrayacak, bilgi farklı kanallardan sürekli akmaya başlayacak, iletişim yollarımız farklılaşacak, gelişecek.”

Bu sözler, bir zamanlar telgraf için söylenmişti. Bu büyük beklentileri yaratan telgrafı, kendisinden önceki buluşlardan, örneğin yine çok önemli sosyal etkilere yol açan matbaadan ayıran en önemli özelliği hızıydı. Telgrafın ilk dijital haberleşme aracı olduğu, zaman zaman dile getirilen bir görüştür, bu da anlaşılır bir şeydir; çünkü özelde internetin ve genelde bilgisayarların çalışma prensibiyle telgrafınkinin aynı olduğunu savunmak mümkün: İki farklı nokta arasında veri aktarımı gerçekleştirmek.

Ortaya çıktığı dönemde telgrafın arz ettiği önem şüphe götürmez. Bu buluştan önce iletişim ve bilgi paylaşımı, kişinin kendinin, başkalarının veya hayvanların katetmesi gereken mesafeye bağlıydı; yani gönderici, iletmek istediği mesajın alıcıya ulaşma sürecine doğrudan bağımlıydı. Telgraf, bu zorunluluğu ortadan kaldırarak mesajı fiziksel olarak alınması gereken mesafeden soyutladı, içerik artık elektronik bir donanım aracılığıyla “kendi başına” hareket edebiliyor, insanlık tarihinde ilk kez iletişime cansız bir öge dahil oluyordu.

Tasarruf ettirdiği zaman ve enerjinin, bireysel yaşama ve kamu hayatına getirdiği hız ve kolaylığın yanında, telgrafın bir de bu sosyo-psikolojik yönünden bahsedilebilir. Telgrafın doğrudan neden olduğu veya tetiklediği birçok değişimden söz edebilmek mümkün. Yeni bir istihdam alanı ortaya çıkarması ve bu alanda dönemin koşulları göz önüne alındığında kadınların kendilerine geniş yer bulabilmeleri, habere erişimin ve bilgi paylaşımının çok daha hızlı bir hale gelmesiyle gazete ve ajansların büyüyüp yaygınlaşması gibi gelişmeler bu değişimlere örnek olarak sıralanabilir.

Tom Standage, The Victorian Internet kitabında, telgrafın topluma takdiminin “niteliksel bir geçiş”e vesile olduğunu söyler; internetle olan tanışmamız ise

“niceliksel bir geçiş”tir; bir nevi telgrafın açtığı yolda devam ettirilen bir yürüyüştür. Bunlar önemli adımlardır kuşkusuz; ama ilk adımı atan telgraf olmuştur. Standage, kitabında telgrafın internetin temel taşı olduğu yönündeki tezini ilginç örneklerle destekler: Telgrafın askerî, ticari ve sosyal iletişimde kullanım şekilleriyle internet kullanma şekillerimiz arasındaki benzerliğe dikkat çeker, telgraf üzerinden tanışıp aşık olan çiftler, telgraf sayesinde yakalanan suçlular gibi örnekler vererek bugün internetin aracı olduğunu bildiğimiz durumlara örnek verir. Aynı zamanda her iki teknolojinin de işleyişinde karmaşık metin kodlamaları, kısaltılmış jargon ve şebeke güvenlik uzmanları gibi ortak temel ögeler olduğundan bahseder.

Telgraftan sonra 1870’lerde telefon, 1890’larda radyo ve 1920’lerde televizyonun toplumsal yaşama girmesiyle bugün bilgisayar ve internetin tek başına görebildikleri işlevler tek tek sahneye çıkmış oluyordu; ama biz burada internetin “öndüşünce”si olarak telgrafı belirleyecek ve onun üzerinden gideceğiz. Çığır açan vasıflarına rağmen, telgrafın birtakım kısıtlamaları vardı. Bu tür bir iletişim, yalnızca belirli, sabit iki nokta arasında sınırlı kalıyordu ve rastgele iki nokta arasında doğrudan iletişim kurulabilmesi mümkün değildi. Dolayısıyla telgraf şebekesi önceden tayin edilmiş ve sınırlıydı, global bir operasyondan bahsedebilmek mümkün değildi. Bugün aşina olduğumuz anlamıyla internet, tam olarak böyle bir global şebekeye işaret eden ve onun işleyişini kapsayan bir kavramdır. Bu aşamada internetin kısa bir tarihçesini vereceğiz; ama internetin bu bilinen, “genel geçer” kronolojiden çok daha geriye giden bir tarihçesi olduğu düşüncesini hemen bu noktada ortaya koyalım.

“Zaman”ı kavramsallaştırma çabaları

Bu düşüncenin daha iyi anlaşılabilmesi için, birçok filozofun ve bilim insanının üzerinde durduğu ve açıklamaya çalıştığı “zaman” kavramının başat iki kavramsallaştırması üzerinde kısaca durmak icap eder. Birbirinden oldukça farklı açıklamalar sunan bu kavramsallaştırmaların ilki, zamanı evrenin temel ve zorunlu bir özelliği olarak görür; olaylar, zaman denilen kavram içerisinde ardışık şekilde meydana gelir. Ekseriyetle Newton’la birlikte anılan ve zamanın doğrusal, mutlak, yekpare, mecburi, varlığı herhangi başka bir etkene bağlı olmayan bir şey olarak değerlendirildiği bu anlayışta, matematiksel bir düzen söz konusudur, zamanın kendine ait bir özü ve diğer her şeyden bağımsız bir işleyişi vardır. Bu anlayıştan ayrılan ikinci düşünce, zamanın göreliliğine ve esnekliğine vurgu yapar. Bu görüşe göre, zaman ardışık değil, sosyal ve entelektüel bir oluşumdur; doğada kendiliğinden ve zorunlu olarak mevcut olan bir şey değil, farklı olay ve deneyimlere anlam verebilmek için insanlar tarafından meydana getirilmiş bir kavram, bir temsildir. Kant ve Leibniz gibi filozofların öncülüğünü yaptıkları ve “zaman” kavramını metafizik bir boyuttan alıp insana dair bir noktaya taşıyan bu anlayışa katkıda bulunmuş düşünürlerden biri de Lefebvre’dir. “Tecrübe edilen zaman” kavramını ortaya koyan Lefebvre’e göre, böyle bir zamanı salt soyut zaman kavramından ayıran en önemli nokta, sosyal bir inşa olmasıdır; zaman ve mekanın herhangi bir anda kazandığı anlamlar, ona sosyal bir tecrübenin, ufak ya da büyük çapta bir toplumsal dönüşümün yüklediği anlamlardır. Dolayısıyla bu süreç sürekli devinim halindedir, karmaşıklığa ve hatta zıtlıklara açıktır. Zaman ve mekan algılarının şekillenmesinde toplumsal etkiye vurgu yapan bir başka isim de Durkheim’dır. Durkheim’a göre, “zaman” kavramı sosyal ve kolektif kökleri olan bir olgudur, insanların ortak zeka ve algılarının bir ürünü olarak, bireysel etkileri geride bırakmak suretiyle sosyal bir fenomen olarak ortaya çıkar. İçselleştirmiş olduğumuz zaman kavramı, aslında saat, takvim gibi zaman düzenleme araçlarının çok daha ötesinde bir şeyden, ortak bir toplumsal idrakten, seziden ve birikimden ortaya çıkar.

Toparlayacak olursak, belirli olayların zaman ölçüm araçlarıyla tespit edilmesini esas alan ve zamana bağımsızlığın yanında bir çeşit hakimiyet kudreti de atfeden nesnel yaklaşıma göre, internet somut olarak 1960’larda şekillenmeye başlayan, belirli ve kesin tarihlerde değişik aşamalardan geçen ve böylece mutlak bir tarihçesinin sunulabileceği bir oluşumdur. Kontrolü tamamen soyut bir zaman kavramına bırakmaya istekli olmayan, bireysel ve toplumsal etkileri de göz önünde bulunduran ve onlara eylemlilik yükleyen öznel yaklaşıma göre ise; internet, izi 1960’lardan çok daha öncesine kadar sürülebilecek bir gelişim mekanizmasına sahip, yüzyıllar boyunca devam ettirilmiş ve bundan sonra da devam ettirilecek olan bir düşünce, bir idealdir. Bu düşüncenin ortaya çıkış zamanı olarak belirli bir nokta tayin edilemez; örneğin bu yazıda yapıldığı gibi telgrafın buluşuna atıfta bulunulabilir; fakat bu ortaya çıkışa götüren istek, ihtiyaç, başarılı olmuş veya boşa çıkmış uğraşların da dikkate alınması, analize dahil edilmesi gerekir. Takvimin belirli noktalarını kesin göstergeler olarak kabul etmeyen bu görüşte, düşüncenin devinimi ön plandadır.

İnternetin kronolojisi

Biz yine de bir süreliğine internetin kağıt üzerindeki tarihine geri dönelim. Telgrafın sınırlamalarını aşabilecek global bir şebekeye duyulan ihtiyaca hitap etme çabasına giren isimlerden biri de Joseph Carl Robnett Licklider’dı. Ocak 1960’ta yayımladığı İnsan ve Bilgisayarın Ortak Yaşamı makalesinde Licklider, şöyle bir görüş ortaya koyar: “Birbirine geniş bant iletişim hatlarıyla bağlanmış, günümüz kütüphanelerinin işlevini bilgi depolama alanında merakla beklenen gelişmelerle, yeniden kazanımla ve başka ortak yaşamsal işlevlerle bir arada sunan bir bilgisayar ağı”. Licklider’ın yaptığı bu “şebekeleşmiş gelecek” tanımı ilgiyle karşılandı ve 1962’de kendisine Amerikan Savunma Bakanlığı’nın üç farklı yerde bulunan ana bilgisayarlarını birbirine bağlama görevi verildi. Licklider, bu görevi yerine getirebilmek için üç şebeke terminali kurdu ve zaman içinde, bunun aslında büyük zaman kaybına yol açtığını fark etti. Global bir şebekeye olan ihtiyaç fikrini sağlamlaştıran bu deneyim sonrasında, her yere taşınabilen mobil bir terminalin gerekliliğine kani olundu.

1969 yılında bu gereklilik ARPANET ile karşılandı; ama ondan önce ARPANET’i tamamlayan ve ona temel teşkil eden “paket anahtarlama” sisteminden bahsetmek gerekir. Aslında bu iki sistemin ortak bir noktaları vardı: Soğuk Savaş* döneminde, gerçekleşmesine kesin gözüyle bakılan bir nükleer saldırıdan sonra iletişimi sürdürme gerekliliği. Böyle bir saldırıdan sonra komuta ve kontrol sistemlerine ne olacağı, bu sistemlerin nasıl çalışır halde tutulacağı önemli sorulardı. RAND’da** çalışan Polonya asıllı Paul Baran, bu sorulara yanıt getirmek amacıyla daha sağlam olan ve dijital teknolojiye dayalı bir iletişim ağı geliştirilmesini teklif etti. Baran’ın projesi, başta uygulanabilir olmadığı gerekçesiyle reddedildi; fakat Baran işin peşini bırakmadı ve RAND’ın o zamanlarda üzerine yoğunlaşmakta olduğu sorunlara birebir hitap eden çözümler geliştirmeye çabaladı. Bahsedildiği gibi, RAND bu dönemde olası bir nükleer saldırının sonuçları üzerine çalışıyor, uzun mesafe telefon hatlarının ve temel komuta sistemlerinin böyle bir saldırıdan sonra işlevsiz hale geleceği gerçeğiyle cebelleşiyordu. Böyle bir saldırı, merkezî anahtarlama sistemini*** çalışamaz duruma getirecekti. Baran’ın öngördüğü sistemde ise merkezi anahtarlar yoktu, bağlantılarından çoğu kopmuş olsa bile çalışmayı sürdürebilecek bir işleyiş mevcuttu; bağlantılar, anahtar görevi görecek ve veriyi bir bağlantıdan diğerine aktaracaktı. Veri, aynı zamanda şebekeye gönderilmeden önce “mesaj blokları” şeklinde bölünecekti. Her blok ayrıca gönderilecek ve istenen yere ulaştıktan sonra bütüne entegre olacaktı. İşte bu paket anahtarlama sistemi (ki bu system World Wide Web**** olarak bildiğimiz şeyin temelidir) 1969 yılında DARPA (o zamanki adıyla ARPA- ABD Savunma Bakanlığı İleri Araştırma Projeleri Ajansı) desteğiyle ARPANET adıyla hayata geçirildi. Bu arada, ARPANET’in 1958’de, 1957’de Sovyetler’in Sputnik’i uzata fırlatmasından sonra, bilim ve teknoloji yarışında geri kalmamak ve devam eden Soğuk Savaş’ta bu iki unsurun getireceği üstünlüğü elde tutmak amacıyla kurulduğunu da belirtelim. Önceleri iki üniversite bilgisayarı arasında bağlantı kuran ARPANET, bugün internet olarak bildiğimiz fenomenin teknik temelini oluşturması bakımından önemlidir.

Bu noktada verilen bilgilerin bir tahlilini yapmaya çalışmak faydalı olabilir. Licklider’ın evrensel şebeke vizyonunu ortaya çıkaran etmenlerden biri de mevcut sistemin güvenlik sorunlarından mustarip olmasıydı. Devam eden iletişimlerin izlenmesi, hatta bunlara müdahale edilmesi gibi tehlikelere açık olan bu sistem, kuşkusuz stratejik ve askerî alanlardaki kullanımı bakımından devlet güvenliğine ilişkin endişelere yol açıyordu. Licklider’ın evrensel şebeke görüşünü hayata geçirmek için ABD Savunma Bakanlığı’nın Cheyenne Dağları, Pentagon ve SAC (Strategic Air Command – Stratejik Hava Kumandanlığı) karargahlarındaki üç farklı ana bilgisayarı birleştirmek ve tek bir merkezde toplamak üzere çalıştığından bahsetmiştik. Bu çalışmanın görünür kıldığı ihtiyaçlardan doğan ARPANET de sistem düzeltme ve geliştirme çalışmalarını Amerikan ordusu ile işbirliği içinde yürüttü, ordu için sürdürülebilir şebekeler kurmaya çaba gösterdi. Zaten çalışmalar doğrudan Amerikan Savunma Bakanlığı’na bağlıydı. Bunun dışında, bugün “internet” olarak bildiğimiz olgunun aslında tamamen askerî (veya “siyaseten doğru” olmak gerekirse ulusal güvenlikle alakalı) meselelerden çıktığını ve bu meselelerde devlet elini kuvvetlendirmeye yönelik çalışmaları kapsadığını açıkça görüyoruz. Bu kuvvetin hangi alanlarda nasıl kullanılmak istenmiş olabileceğini de okuyucunun tasarrufuna bırakalım; ama önceki kısımlarda “nükleer saldırı” teriminin kullanılmış olması bir fikir verecektir.*****

ARPANET’in ticari kullanıma kapalı ve araştırmaya dönük niteliği, gelecek yıllarda geliştirilen sistemlerde de devam ettirildi. Bu süreç içerisinde özellikle Amerika’da NASA, Ulusal Bilim Vakfı ve Enerji Bakanlığı’nın da çalışmalara dahil olmalarıyla önemli adımlar atıldı; örneğin, 1980’lerin ortalarında, NASA tarafından uzay bilimcileri dünyanın herhangi bir yerinde kayıtlı bilgiye ulaştırabilecek bir sistem geliştirildi, yani başından beri sözü edilen global şebeke düşüncesi gerçekleştirilmiş oldu. Internetworking (ağlar arası iletişim) kelimesinin bir kısaltması olan internet terimi, ilk defa 1974 yılında kullanıldı. Avrupa’da internetin gelişiminin öncülüğünü yapan ise CERN oldu. Bu kurum da yine sayıca çok olan kendi iç sistemlerini bir araya getirme ve tek bir ana kontrol noktasında toplama amacıyla hareket ediyordu.

İnternetin ticari olmayan kullanımdan çıkıp ticari kullanımı da kapsayacak şekilde genişlemesinin ilk adımları 1980’lerin sonlarına doğru atıldı. Bu tarihlerde, ilk hizmet sağlayıcı şirketler kuruldu. İnternetin bilimsel araştırmalara katkıda bulunma ve ulusal güvenliği sağlamlaştırma gibi ilk amaçlarının dışında yeni amaçlar edindiği ticarileşme süreci, 1991 yılında World Wide Web’in ortaya çıkması, arama motorlarının ve ücretsiz e-posta hizmeti veren sitelerin kurulması, dosya paylaşım programlarının her kullanıcı için müsait hale gelmesi ve bugün “sosyal medya” olarak adlandırılan mecra üzerinden iletişimin kayda değer bir değişime uğraması gibi gelişmelerle devam etti, halen de ediyor. İnternetin belirli bir ana hedef ve bunun içindeki istisnai amaçlar doğrultusunda ticari olmayan bir araçtan milyonlarca insan için ortak içerim ve etkileri olan, hayatları yalnızca bireysel seviyede değil kültürel, toplumsal, siyasi, ulusal ve uluslararası seviyede değiştirmeye muktedir bir fenomene dönüşmesi; bilgiyi sorgulamanın, irdelemenin, toplamanın ve değiştirmenin ortamı ve aracı haline gelmesi, kuşkusuz birkaç sayfada özetlenebilecek bir süreç değil. Biz yalnızca bu sürecin temellerine dair fikir vermeyi amaçladık.

“İnternet zamanı”

İnternetin tarihi irdelenmek istendiğinde, zaman konusunun ele alınabileceği noktalardan biri olan nesnellik-öznellik (ve ilaveten toplumsallık) tartışması üzerinde kısaca durduk; fakat üzerinde durulması gereken bir nokta daha var, o da internetin kendi zamanını yaratması, kendine ait bir zaman şemasına ve akış hızına sahip olması. “İnternet zamanı”, 1990’ların sonunda kullanımı gitgide yaygınlaşan bir terimdi. Temelde, verinin eskiye oranla çok daha hızlı ve daha az masraflı bir şekilde yayılmasını ifade eden bu terim, aslında bir bakıma global olanın yerel olan üzerindeki etki ve hakimiyetine de vurgu yapıyordu. Bu tanımlama, farklı şekillerde yorumlanabilir. İnternetin globalleşmeyi hızlandıran ve ona katkıda bulunan bir unsur olduğu, kabul edilebilir bir tez. Bazı görüşler, internetin hem körüklediği hem de hızlandırdığı bu süreç sonucunda yerel olanın yavaş yavaş kendi hüviyetini kaybedip bir bütün olarak global olanın içine nüfuz ettiğini savunur. Bu görüş çok da geçerli görünmemektedir; çünkü globalleşmenin bir ayağı da -her ne kadar çelişkili gibi görünse de- yerel olanın daha ön plana çıkması ve biricik kültürlerin kendi kimliklerine tutunmaya ve onları muhafaza etmeye daha çok önem vermeye başlamalarıdır.

Bunun yerine, internetin globalleşmeye olan katkısının daha yerinde bir değerlendirmesi, onun kendi zamanını yaratması hususunda yapılabilir. İnternetin en belirleyici özelliklerinden biri de öznel ya da nesnel zaman kavramlarıyla sınırlandırılamayacak ve açıklanamayacak bir “zaman çokluğu” ile işliyor olmasıdır. Bu tür bir işleme, zamanın bir anlamda daraldığı, ancak aynı zamanda tahayyülün ötesinde genişlediği bir ortamın var olması anlamına gelir. İnternette tekil bir zaman kavramı veya algısından söz etmek çok da mümkün değildir; aşina olduğumuz akış ve dizilimin ötesinde bir deneyim söz konusudur. Bunu birkaç örnekle açıklamaya çalışalım. Örneğin, bir kişinin Facebook profilinin bilgiler kısmında o kişinin belirli bir ana kadar olan hayatını “yaşamak”, deneyimlemek mümkün: Hangi yılda doğdu, ne zaman hangi okullara gitti, şu andaki işinde ne kadar zamandır çalışıyor vs. Bireyin hayatının zamansal terimlerle ifade edilebilecek unsurları -ki bunlar bir araya geldiklerinde şüphesiz senelere tekabül eder- birkaç dakika içinde okuyabiliyoruz. Tarihsel olaylar, “siberzaman” içerisinde, asıl gerçekleşme sürelerinden çok daha kısa veya çok daha uzun zaman dilimleri üzerinden yeni anlam ve kimlikler kazanabiliyorlar. Yüzyıllar sürmüş bir fenomeni okuması birkaç dakika sürecek bir özet olarak veya birkaç dakikalık bir olayı günlerce, haftalarca okumak mümkün. Yani kişi, tarihteki herhangi bir noktayı kendi zaman şeması ve algısı içinde eğip bükebiliyor, esnetebiliyor, ona yeni katmanlar ekleyebiliyor ya da ondan bir şeyler çıkarabiliyor. “Siberzaman”, “gerçek zaman”a kıyasla çok daha esnek ve akışkan bir şey olarak karşımıza çıkıyor; bireyler, küçük ve büyük topluluklar kendi zaman anlayışlarını geliştiriyor, zaman algılarına yeni boyut ve yorumlar getiriyor.

Manuel Castells, internet zamanının bu öznelliğini ifade etmek için “zamansız zaman” terimini kullanır. Telgrafla başlayıp internete uzanan, bundan önce gelenleri ve sonrasında gelecek olanları kapsayan sosyal dönüşüm süreci, zaman ve mekan kavramlarının yeniden tanımlanmalarını zorunlu kılar. Castells’e göre, bu yeni tanımlamalar herkes tarafından bireysel olarak benimsenmiş ve tecrübe ediliyor olmak zorunda değildir; fakat hakimiyetleri ve baskın olmaları itibarıyla herkesin hayatını doğrudan ya da dolaylı olarak etkilerler. “Zamansız zaman”ın temel özelliği zamanın dizilimi, ardışıklığı düşüncesine karşı çıkmasıdır. İnternet özelinde böyle bir anlayışı kabul etmek demek, internetin zamandizinsel ve yalnızca belirli evreleri içine alan bir tarihi olduğunu reddetmek demektir; böylece bir düşünce olarak internetin belirli bir zamanda, belirli bir mekanda, belirli faaliyetleri gerçekleştirmiş kişilerle sınırlı olarak izafe edilen bir fenomen olmasına karşı çıkmak, onu insanlık tarihi içinde birkaç yüzyıl geriye tarihlendirerek toplumsal, siyasi, askerî, bilimsel birçok unsurla şekillenen, farklı toplumlarda farklı şekillerde deneyimlenen ve toplumların kendine has biçimlendirmelerine açık olan; doğrusal değil, çok daha zengin ve karmaşık bir çizgisi olan bir tecrübe olarak içselleştirmek demektir. Böyle bir içselleştirme de, bugün internet olarak kavramsallaşmış olan unsurları “zaman-deterministik” bir bakış açısıyla değerlendirmekten uzaklaşmak, onu çok daha geriye giden bir düşünce tarihi ve amaçlar şeması içinde değerlendirmek anlamına gelir ki bunun temelinde de “saat zamanı” ve “tecrübe edilen zaman” kavramlarındaki ayrışma vardır. Bunun benimsenmesi ise bizi daha verimli bir tahlile götürür. Böyle bir tahlilin ana unsurlarından biri de, internetin kendi içinde barındırdığı zamanı tecrübe etme ve algılama şekillerinin bolluğunu teşhis etmesi, çok farklı şekillerde daralabilen ve genişleyebilen bir zaman tecrübesini göz önünde bulundurmasıdır. Böylece internetin tarihi üzerine düşünmek, konuşmak tarihin interneti üzerine düşünmek, konuşmak halini alır. İnternet ve onunla bağıntılı bütün fikir ve eylemler, tarih tarafından nizamlanan değil; tarih içinde, ondan etkilenip dönüşlü olarak onu da etkileyen bir “ön düşünce” olarak kavramsallaşır, kolektif bir yapı olarak öne çıkar. Böylece bu yapının kendi zamanını yaratan, bireysel ve toplumsal zaman algısını değiştiren ve dönüştüren bir mekanizma olduğunun farkına varılır.

Kaynakça

Castells, Manuel. The Rise of the Network Society (The Information Age: Economy, Society and Culture, Volume 1) Malden, MA: Blackwell Publishers, Inc., 1996

Leong, S., Mitew, T., Celletti, M., & Pearson, E. The question concerning (internet) time, New Media & Society, 2009

Standage, Tom. The Victorian Internet: The Remarkable Story of the Telegraph and the Nineteenth Century’s On-line Pioneers. New York: Walker & Company, 1998

http://en.wikipedia.org/wiki/History_of_the_Internet

*      Burada “Soğuk Savaş” terimini genel geçer diyebileceğimiz bir nitelik iktisap etmiş olduğu için kullanıyor ve 1947-1991 yılları arasında “Doğu Bloku” ile “Batı Bloku” arasında yaşanan jeopolitik gerilime ve bu gerilimin çeşitli dinamiklerine atıfta bulunma maksadı güdüyoruz. Terimin literatürdeki her türlü doğrudan askerî müdahaleyi hariç tutan tanımına sadık kalmakla birlikte; belirli bir yerden, belirli bir görüş ile ifade edildiğini, ilk olarak da Batılı yazarlar tarafından kullanılmış ve kullanımı aynı cenahta yaygınlaşmış bir terim olduğunu ifade edelim.

**     RAND (Research and Development – Araştırma ve Geliştirme) Şirketi, 1946’da Amerikan ordusu için araştırma yapmak, ulusal güvenlik konularında stratejiler geliştirmek gibi maksatlarla kurulmuştur.

***    Kısaca, bir bilgisayarı ağdaki diğer bilgisayarlara ve ögelere bağlayan sistem.

****   World Wide Web (Dünyayı Saran Ağ – www) hiper metin, yani bağlantı içeren sayfaların görüntülenmesini mümkün kılar. Bu Mart’ta sayılar vasıtasıyla yapılan matematiksel soyutlamayı ölçen maddi mekanizmaların öngördüğü zaman-nizam sisteminde 25 yaşına bastığını not düşelim.

*****  Nükleer saldırı terimi, kasıtlı ve özenle seçilmiş bir terim olarak düşünülebilir. Batılı literatürde çoğunlukla “savaş” yerine “saldırı” kelimesinin kullanılması, devleti edilgen ve mağdur konumlandırmaya yardımcı olurken gelişmiş şebeke sistemlerinin planlanmasını da savunma amaçlı olarak gösteriyor.

Yeni Haberler