Köşe Yazısı

Haçlı Seferleri ve Karşı Haçlı Seferleri – II

Selim Tezcan / 02.12.2015
  1. Haçlı Seferleri’nin İslam dünyası üzerinde hatırı sayılır bir etkisi oldu mu?

Sicilya ve İspanya’daki tercüme faaliyetleri dışında Haçlı Seferleri’nin Avrupa üzerindeki etkisi kısıtlı kalmışsa bile İslam dünyası üzerindeki etkisi daha büyük müydü? Azami etki Anadolu’nun Müslüman Türkleri üzerinde oldu. Haçlı Seferleri’nin başlangıcından önce, Ege kıyılarından İznik dahil Bitinya’ya kadar (bugün Bursa, Kocaeli, Sakarya, Bilecik, İznik, Düzce, Yalova, Bolu, Kastamonu, Barın ve Zonguldak illerini kapsayan bölge) Batı Anadolu’nun tamamı Selçuk Türklerinin elindeydi; ne var ki Alekios Komnenos, Selçukluları Üsküdar’dan, Aziz George Körfezi’nden çıkarıp onlara karşı ilerlemiş ve I. Kılıç Arslan’ı İzmir’deki üssünden Ege Denizi’nin kontrolünü tesis etmiş olan kayınpederi Çaka Bey’i öldürmeye kışkırtmıştı. Bu olumsuzluklara rağmen, Anadolu’daki Türkler, takriben 250 yıl sonra Osmanlıların Gelibolu’ya geçtikleri durumun aynısı içindeydiler. Haçlıların varışı ve yeni gelenler karşısında Şarhöyük Savaşı’nda uğradıkları yenilgiler, Aleksios Komnenos’un İznik ve Batı Anadolu’yu geri almasına olanak sağladı.

1101 ve 1146’da düzenlenen iki seferin başarısızlığa uğramasına ve 1189’daki seferin Anadolu’dan herhangi bir kalıcı hasar bırakmadan geçip gitmiş olmasına rağmen (Konya kısa bir süreliğine alınmış olsa da) dördüncünün Anadolu’daki Türklere de zararı dokunmuştu; zira Bizanslılar tarafından merkezi İznik olmak üzere Batı Anadolu’da tesis edilmiş olan yönetim, 12. yüzyılın sonlarında devam eden Türkmen istilalarını durduran sağlam bir yönetimdi. Bunun bir sonucu olarak, Türkmenlerin Batı’ya yayılmaları bir 60 yıl daha ertelenmişti. Selçuklular, 1243’te Moğollara yenildiklerinde Batı Anadolu’ya çekilip buradan bir direniş başlatamadılar ve bunun neticesinde Bizanslılar ile Moğollar arasında parçalandılar. Ancak Bizanslıların İstanbul’u yeniden ele geçirmesi ve bunu müteakip İmparatorluğun doğu sınırını ihmal etmesi sonucu Dördüncü Haçlı Seferi sonuçlarının lehlerine dönmesiyle Anadolu’daki Türkler 1097’deki durumu devam ettirebildi.

Bu, günümüz Türkiye’sinde yaşayan bizler için önemli, ama unutmayalım ki o dönemde Anadolu hiçbir şekilde İslam için merkezî toprak niteliğinde değildi. Çağdaş Arap ve Fars tarihyazımı perspektifinden bakıldığında, yalnızca yakın zamanda Bizans’tan kazanılmış (hâlâ “Roma”dan gelen “Rum” ismiyle anılıyordu), periferik, çoğunlukla verimsiz; alimler ve Mevlana Celaleddin Rumi ile babası gibi ayırt edici özellikleri bulunan kimseler için Moğol istilaları ve diğer göçebe baskınlarının sebep olduğu karışıklıktan kaçmak için bir sığınak görevi görmediği sürece pek az cazibesi olan, tehditkar topraklardı. Dolayısıyla, Haçlı Seferleri’nin bu bölgedeki Müslümanlar üzerindeki ciddi etkisi, İslam dünyası için kayda değer bir zarar oluşturmadı.

Haçlı yerleşimlerinin konumlandığı Suriye ve Filistin’e gelecek olursak, bunlar elbette daha önemliydi; fakat öte yandan Haçlılar iç bölgelere doğru konumlanmış herhangi önemli bir entelektüel ve kültürel merkezi, Halep veya Şam’ı ele geçirmeyi başaramadı. Kudüs ele geçirildiğinde Müslümanların elindeydi, fakat sahip olduğu önem kuzeyindeki şehirlerle kıyaslanamaz durumdaydı ve ancak 12. yüzyılın ortalarında Fadail al-Quds (Kudüs’ün Faziletleri) edebiyatı geliştiğinde daha fazla kıymet verilir olmuştu. O dönemlerde Akdeniz sahilinin ele geçirilmesi Suriye dışındaki bölgelerde çok az karşılık bulmuş gibidir. Doğu’daki Haçlı devletler İslam dünyasının sınırlarında kalmıştı. Haçlı Seferleri’nin buradaki en önemli etkisi, Memluk hakimiyeti altında birleşik bir Suriye ve Mısır’ın ortaya çıkışına dolaylı olarak katkıda bulunmuş olmasıdır. Bu gelişme olmasaydı Moğol istilası 1260’da ve daha sonraki birçok seferlerde asla durdurulamazdı ve Mısır’ın kaybedilmesiyle Levant’taki bütün Müslüman yönetimin varlığı tehlikeye girerdi.

Fakat Moğollar Suriye’ye ulaşıp Mısır’ı tehdit edene kadar, İslam dünyasının o zamanki en önemli kültürel ve entelektüel merkezleri olan Horasan, Harezm ve Maveraünnehir’i yok ederek İslam uygarlığını azami zarara uğratmışlardı. Abbasi döneminden itibaren burada canlı bir entelektüel faaliyet söz konusuydu ve bölgede Farabi’den İbn-i Sina’ya, Harezmi’ye, Gazali’ye kadar birçok büyük isim çıkmıştı. Dönemin vakayinamelerine göre entelektüel ve müsamahakar münazaralar buradaki nüfusun günlük hayatının temel parçasıydı ve eğer bir kişi diğerlerini susturmaya çalışırsa, herkes onu paylardı. Bu bölgedeki bütün şehirler Moğollar tarafından bütünüyle yok edilmiş ve İslam uygarlığına etkilerinin zorlukla silinebilecek zararlar vermişti.

Yukarıda belirtildiği gibi Mısır ve Suriye bu yıkıma maruz kalmamıştı; fakat Haçlı saldırısı ve bölgede yarattığı daimi tehdit ve çatışma bu bölgelerde herhangi türden entelektüel yenilik ve girişime karşı katılaşmış, daha tutucu, kuşkucu bir tavır ortaya çıkarmıştı. Nureddin yönetiminde “Birincil Cihat” adı verilen ahlaki ve dinî bir silahlanma, kafirlerle başarılı bir şekilde mücadele etmenin, “İkincil Cihat”ın gerekli bir ilk adımı olarak görülüyordu. Suriye’deki katı Hanbeli bilginleri Nureddin’in politikalarını belirliyordu ve her bariz muhalefet bastırılıp yasaklanıyordu. Bunun sonuçlarından biri ünlü İslam düşünürü Şahabeddin Sühreverdî Maktûl’un Selçuklu Anadolu’sunda büyük hürmet görmesine rağmen 1191’de ulemanın yönlendirmesi ve Selahaddin Eyyubi veya oğlu Malik al-Zahir’in emirleri ile infaz edilmesiydi.

Dolayısıyla Mısır ve Suriye’nin İslam dünyasının yeni merkezi olarak ortaya çıkışı Horasan, Harezm ve Maveraünnehir’in yıkımını telafi etmedi ve Moğolların Müslüman Doğu’daki etraflı etkisi Haçlı Seferleri’nin etkisini geçti. Bu durum, büyük Ortaçağ tarihçisi İbnü’l-Esîr’in Moğol istilalarını anlatmadan önce Haçlıların yarattığı tahribata ayırdığı ve uzun bir analiz yaptığı bölüme de yansır. İbnü’l-Esîr, Moğol istilaları üzerinde 30 sayfa boyunca hararetli bir dille durup yol açtıkları tahribatın o zamana kadar eşi görülmemiş olduğundan bahsederken Haçlıların yarattığı tahribat konusuna üç sayfa boyunca değinir.

Haçlı Seferleri’ni ancak geniş anlamıyla, Müslüman İspanya’yı da içine alacak şekilde düşündüğümüz zaman seferlerin İslam uygarlığı üzerindeki etkisi bir nebze mukayese edilebilir hale gelir. 1212’deki Las Navas de Tolosa Savaşı’yla bir dönüm noktasına ulaşan Hıristiyan krallıkların ilerlemesi geçici olarak ilim ve felsefe teatisine olanak sağlayan müsamahakar bir ortam yarattıysa da, krallıkların devam eden ilerleyişleri 14. yüzyılda bu dengeyi bozdu ve Müslümanlar ile Yahudilere karşı giderek sertleşen tavır, Granada’nın fethi ve Müslümanlar ile sonradan Hıristiyanlığı seçen (Moriskolar denilen) Müslümanların sürülmesiyle doruk noktasına ulaştı. Dolayısıyla, Doğu’da parlak bir Müslüman entelektüel merkez Moğollar tarafından yerle bir edilirken, karşı tarafta bir başkası Haçlı hareketinin bir parçası olarak hız kazanan kademeli Hıristiyan yeniden fetihleriyle yok ediliyordu.

  1. Haçlı Seferleri, modern çağdaki Batı sömürgeciliğinin ve emperyalizminin doğrudan öncülü müydü?

Eğer, Bizans ve tartışmaya açık şekilde Müslüman İspanya dışında, Haçlı Seferleri’nin Ortaçağ İslam dünyası üzerindeki etkisi ve Haçlı Seferleri’nin yalnızca genişletilmiş anlamda hedefi olan İspanya ile Sicilya’daki ilim ve felsefe teatisi dışarıda tutulduğunda seferlerin Avrupa’nın kendisi üzerindeki etkisi seferlerin oradaki değişimin nedeninden çok sonucu olması bakımından kısıtlı idiyse, Haçlı Seferleri konusu neden bugün bu denli ilgi görüyor?

Haçlı Seferleri’ne olan çağdaş ilgi, Avrupa’nın modern bir toplum olarak Doğu’ya yönelmesiyle; Müslüman, Hindu, Budist veya Afrika dinlerine mensup topluluklardan hammadde elde etmek ve bitmiş ürünleri boşaltmak için sömürgeler aramaya başlamasıyla oldu. Gördüğümüz haliyle, bu Avrupa Haçlı Seferleri’ne girişen, çağdaşlarına göre daha geride ve geleneksel zirai bir toplum olan, sonu kötü olacak ideolojik güdümlü bir girişimde bulunan ve fazla karşılık alamadan (İtalyan şehir devletleri gibi dolandırıcılar dışında) çokça kaynağı bu işe yatırdıktan sonra bu girişimden vazgeçen canavardan oldukça farklı bir canavardı. Dolayısıyla teleolojik bir bakış açısıyla geriye doğru bakılmadığı ve esasen mevcut olmayan bir Hıristiyan-Müslüman çatışması gelişim çizgisi varsayılmadığı sürece, aslında Batı’nın Orta Çağ ve Modern Çağ boyunca Orta Doğu’daki varlığında bir devamlılık söz konusu değildi.

Bunun sebeplerinden biri yeniden yüz yüze geldiklerinde geçmişi aydınlatmaya, Müslümanlara ilişkin eski kitapları açmaya yönelik doğal eğilimdi. Bu eğilim, 17. ve 18. yüzyıllarda birçok soylu ailenin hâlâ eski Haçlı ailelerinden geldiğini iddia etmesi ve bu neseple gururlanması durumuyla güçleniyordu. Söz konusu eğilime destek veren bir başka faktör de seferlerin, seferleri kendi başına bir konu olarak sunan, bütünlüklü Haçlı Seferleri vakayinameleri ortaya çıkarmış olmasıydı; gerçekten de Latin Orta Çağı’nın en büyük tarihçilerinden biri Latin Doğu hakkında çok ciltli bir kitap kaleme alan Surlu William’dı. Böylece Haçlı Seferleri’ne olan modern ilgi gelişti ve Haçlı, “Crusade” (croisade) teriminin kendisi Fransa’da 17. yüzyıl ortalarında sistematik olarak kullanılmaya başladı, buradan bir sonraki yüzyılda İngiltere ve Almanya’ya (Kreuzzeug şeklinde) yayıldı. Kelime o kadar iyi tutundu ki kötü ve korkunç düşmanlara karşı girişilen her tür iddialı ve idealist girişim için kullanılır hale geldi. Buna rağmen, tarihçiler bu korkunç düşmanlar arasında başta Selahaddin Eyyubi olmak üzere Latin şövalyelere örnek teşkil edecek onur ve mertlik örnekleri bulduklarına da inandılar.

20. yüzyılın ilk yarısı geldiğinde, Haçlı Seferleri’ni teleolojik olarak modern Avrupa’nın sömürgeci girişimlerine bağlayan modern Haçlı Seferleri tarihyazımı popüler ve akademik bilinçte kökleşmiş durumdaydı. Öyle ki İngiliz General Edmund Allenby’nin 1917’de Kudüs’e girerken seferlerin bitişini duyurduğu, benzer şekilde Fransız General Henri Gouraud’nun sömürgecilik karşıtı bir ayaklanmayı bastırmak üzere 1920’de Şam’a yürürken Selahaddin Eyyubi’nin şehirde bulunan mezarı üzerinde durup mezarı tekmelediği, seferlerin sonlanışını ve haçın hilal üzerindeki zaferini ilan ettiği söylenir. Akademik cephede ise Haçlı Seferleri ve Latin Doğu’nun bugün hâlâ değerini koruyan üç ciltlik bir tarihçesinin yazarı olan René Grousset, anlatısına Haçlı Seferleri Çağı’nda Fransızların “kolonileştirenlere” karşı çok iyi olduğunu, kendilerini Yakın Doğu’ya kolayca uydurabildiklerini ve modern çağda da böyle olabileceklerini ve olduklarını da ima eden bir çarpıtma katmıştır.

Müslümanlara gelince, Seferler ve Latin devletleriyle ilgili aktardıkları bilgiler vakayinameler arasında kendine has bir yere sahip olduğundan onların bağımsız bir “Haçlı Seferleri tarihyazımı” türü olmadığını görmüştük. Ayrıca, Ortaçağ Arap vakanüvisiler için Haçlı Seferleri’nin ehemmiyetinin çok daha nispi olduğunu ve Moğol istilalarının onların gözünde seferlere kıyasla çok daha önemli olduğunu gördük. Gerçekten de geniş çaplı tahribat, gasp, kötü yönetim ve Müslümanların kendilerini suiistimal eden gayrimüslimler (Nasturi Hıristiyanlar ve Yahudiler) üzerinde yükselmesi Müslüman topraklardaki genel şuura o kadar işlemiş görünür ki Haçlı Seferleri’ni hafızalardan neredeyse yok etmiştir. Hatırlandıkları ölçüde ise odak noktası Batı’da olduğundan oldukça farklıydı. Örneğin Selahaddin Eyyubi Nureddin’den çok daha az hatırlanıyordu, bunun sebebi olarak belki de Nureddin’in herkesten fazla olarak 9. yüzyılda Abbasi halifelerinin seferlerinden ve 10. yüzyılda Suriye Hamdanilerinin yenilgisinden beri uykuda olan cihat ideolojisi ile hareketinin yeniden ortaya çıkışına ve ayrıntılandırılmasına katkıda bulunması gösterilebilir.

Selahaddin Eyyubi ve Haçlı Seferleri’nin tarihçesi bağımsız bir konu olarak Müslüman dünyasına 19. yüzyıl sonlarında Batı’dan girdi. Bununla birlikte, burada da sömürgecilik karşıtı hareketin, aşağı yukarı Kudüs Ortaçağ Krallığı’nın olduğu bölgeye tekabül eden bir yerde İsrail’in kurulması ve bunu izleyen anlaşmazlıkların ve Batı ülkelerinin Müslüman topraklardaki varlığının, 20. yüzyılın sonları 21. Yüzyılın başlarında Irak ve Afganistan gibi ülkelerin işgalinin bir sonucu olarak hızlı bir şekilde popülerlik kazandı.

Bir yanda Ortaçağ Haçlı Seferleri, diğer yanda çağdaş sömürgecilik ve Batı’nın Müslüman toprakları işgali arasında olduğu varsayılan teleolojik ve tarihlendirme bakımından yanlış kurulmuş bağlantının bir sonucu olarak, Haçlı Seferleri 21. yüzyılın ilk on yılında hem Müslümanlar hem de Hıristiyanlar arasında hakiki bir aciliyete büründü; hem George W. Bush hem de Usame bin Ladin dönemin olaylarından Haçlı Seferleri ve Karşı Haçlı Seferleri bağlamında bahsetti ve Samuel Huntington bu ikisi arasında güçlü bir çatışma ihtimali olduğunu ileri sürdü. Bu haklı bir yaklaşım mıdır? Neredeyse hiç öyle değildir; çünkü gördüğümüz gibi Haçlı Seferleri ideolojik gerekçeli olsa bile esas Haçlı Seferleri çağında dahi birbirleriyle çatışanlar böyle yekpare dinî bloklar değildi.

  1. Haçlı Seferleri zamanında daimi bir Haçlı Seferi ve Karşı Haçlı Seferi içinde bulunan yekpare Müslüman ve Hıristiyan bloklar mevcut muydu?

Haçlı Seferleri zamanında Levant’taki geleneksel tarihyazımsal anlatım Kudüs’ün 1187’deki düşüşünden ve 1291’de son Haçlıların Akka’dan sürülmesinden geriye bakan bir anlatımdır. Buna göre, Haçlılar siyasi olarak bölünmüş olan bir Levant’a geldiler, önce ilerlediler; fakat sonra bölünmüş Müslüman yönetimler birleşti ve onları Levant’tan çıkardı. Bununla birlikte, Avrupa ve Türkiye’deki güncel akademik çalışmalar Levant’taki Frenkler ile Müslümanlar arasındaki antlaşma ve ittifaklar üzerine çok daha yoğun bir şekilde eğildi. Bu çalışmalar gösteriyor ki başlangıçtan sonuna kadar Frenk lordları ve Müslüman emirleri, en azından birçoğu, kendi topraklarını korumak, genişletmek, bağımsızlıklarını devam ettirmek ve bunları varislerine aktarma ihtimalleriyle başka inançlardan hükümdarlarla mücadele etmeye oranla daha çok ilgililerdi. Kime karşı kimle ittifak kurulacağı kararı, diğer tarafın dininden ziyade belirli bir siyasi durum içindeki düşüncelere göre belirleniyordu.

Bunun ilk çarpıcı örneklerinden biri Musul lordunun Edessa hükümdarlarıyla, Halep’in Selçuklu yöneticisinin Antep hükümdarıyla ittifak kurduğu ve ilk bahsi geçenin doğrudan yenildiği 1108’deki savaştır. İlerleyen yıllarda Frenkler, Halep ve Şam yöneticileri, Mardin, Harput ve Hasankeyf’in Artuklu kralları da dahil olmak üzere Suriye ile Cezire’nin Müslüman ve Hıristiyan bütün yerel yöneticileri Bağdat’taki Selçuklu sultanının gönderdiği ordulara karşı birlik oldular. Zira aralarından bazılarının topraklarından çıkarılması veya itaat ettirilmesi halinde zaman içerisinde Suriye veya Cezire’de hiçbirine yer olmayacağını biliyorlardı. Cezire’deki yerel hanedanlardan biri, Mardin ve daha sonra Harput’un Artuklu hükümdarları Halep’i ele geçirip Frenklerden kurtardığında, fakat daha sonra göreceli olarak fazla güçlü hale geldiğinde şehri Frenkler, Hilla’nın Arap emiri, Halep’in yerinden edilmiş Selçuklu prensleri, Malatya’nın Selçuklu hükümdarı ve hatta Balis’in Artuklu emirinden oluşan büyük bir ittifak ile kuşatıldığını gördüler ve bunun bir sonucu olarak şehri terk etmek zorunda kaldılar.

Şehir sonunda Müslüman Suriye ve Cezire’nin büyük kısmını kendi topraklarına katmak üzere ilerleyen, fakat kendi ni Kudüs ve Şam’ın Frenkleri ile Edessa’nın ve Tilbeşar’ın Frenkleri ile Artuklular arasındaki çok sayıda ittifak ile engellenmiş halde bulan Musul hükümdarı Zengi tarafından ele geçirildi. Edessa’nın Frenk hükümdarı, Hasankeyf’in Artuklu emirine yardım etmek üzere şehrinden ayrıldığında Zengi şehrin durumunu öğrendi ve şehri ele geçirmek için hükümdarının yokluğundan istifade etti. Artukluları bütün sahip olduklarını kaybetmekten Zengi’nin öldürülmesi kurtardı.

Zengi’nin oğlu Nureddin, yukarıda gördüğümüz üzere, ulemaya verdiği sıkı destek ve cihat hakkında çalışmalar (Badh al-Fawaid gibi) ile Kudüs’ün yeniden alınması planlarının en başında olduğundan Kudüs’ün faziletleri hakkında bütünlüklü bir yazın ısmarlamasıyla cihat hareketinin diriltilmesine ve detaylandırılmasına büyük katkıda bulundu. Fakat o da İnab ve Harim gibi önemli sınırlar için veya daha sonra oradaki güç boşluğundan istifade edip Mısır’ı fethetmeye çalıştığında karşı karşıya geldiği Frenkler kadar Müslümanlarla, özellikle Anadolu Selçuklularıyla çatıştı. İkinci olarak bahsedilen durumda bile Mısır’a bir birlik yollamak üzere Selahaddin Eyyubi’nin amcası Şirkuh tarafından güçlükle ikna edildi. Şirkuh ve Selahaddin Eyyubi’nin Mısır’ı ele geçirmelerinden birkaç yıl sonra, ölümünden kısa bir süre önce Nureddin nihayet Haçlı devletlerine karşı iddialı bir seferle, onları Suriye ve Mısır’dan bir cımbız hareketiyle kıstırmak için harekete geçti, fakat Selahaddin Eyyubi hız kesti ve çeşitli bahanelerle iki müteakip sefer geri döndü. Bu şekilde Latin Krallığı’nı kendi toprakları ile Nureddin’in toprakları arasında bir tampon olarak koruyarak Mısır’daki fiili bağımsızlığını savunma niyetini ortaya sermiş oldu.

Nureddin’in ölümünden sonra Selahaddin Eyyubi cihat ideolojisini detaylandıran ve Haçlıları hezimete uğratıp Kudüs’ü yeniden alma isteğini açıkça dile getiren ulemayı desteklemeye devam etti, fakat esas eylemleri dikkate alındığında 1183 yılı geldiğinde sırttan bıçaklamakla suçladığı Müslümanlara karşı giriştiği seferlerin Hıristiyanlara karşı giriştiği seferlerin üç katı olduğu görülür, her ikisinde de kayda değer bir ilerleme kaydedememiştir. Ancak kendi propagandasının baskısı dayanılmaz hale geldiğinde Frenklere karşı harekete geçti ve onları Hıttin’de yendi, gerçi bu politikayı Üçüncü Haçlı Seferi’nin sonuna kadar altı senelik zorlu bir mücadele ile telafi etti. İbnü’l-Esîr’e göre, önceden seferler bittiğinde Latinleri Levant’tan sürme niyetini ifade etmişse de ölüm döşeğinde Selçuklu Anadolu’sunu ve Irak’ı fethetme planları yapıyordu.

Frenkler de kendi taraflarında yekpare bir Hıristiyan bloğu teşkil etmiyordu. Haçlı Seferleri ile Latin yerleşimcilerin tavırları arasındaki belirgin farka halihazırda işaret etmiştik: Latin yerleşimciler Yakın Doğu’nun siyasi sistemine fazladan “Latin emirlikler” olarak tam bir uyum sağlamıştı. İdeolojik saiklerle hareket eden Haçlılar gibi, politikaları dinî hısımlıklardan çok daha fazla bir şekilde pragmatik hayatta kalma ve büyüme stratejileriyle veya dahili hizipçi mücadelelerle belirleniyordu: Hıttin Savaşı’ndan kısa bir zaman öncesine kadar Trablus ve Tiberya hükümdarlarının başını çektiği soyluların önemli bir kısmı, Selahaddin’e itaatlerini sunmaya ve Kudüs’ü onun vasalları olarak yönetmeye fazlasıyla hazırdı, fakat karşı taraf planı bozdu.

Üçüncü Haçlı Seferleri’ni izleyen yıllar, geride kalan Haçlı beylikleri ile Eyyubiler arasında düzenli bir işbirliğine tanıklık etti. Zira 13. yüzyılın ilk yarısında bilhassa aktif hale gelen Suriye ticaret yolları ikisinin de topraklarından geçiyor ve Latin limanlarında sona eriyordu. Her zaman Müslümanlarla anlaşma yapmış olan İtalyanlar, özellikle Venedikliler, Müslümanlara silah satışı üzerindeki kısıtlamaları gözler önüne serdi ve ticaretlerini sekteye uğratacağı gerekçesiyle Beşinci Haçlı Seferi’ne karşı çıktı. Ve Sicilya’da büyüyen, Arapçayla, İslam din ve ilimleriyle derinlemesine haşır neşir olan, aforoz edilmiş Alman imparatoru Altıncı Haçlı Seferi’ne çıkıp Papa’nın ve Doğu’daki destekçilerinin şiddetli karşı çıkmalarına rağmen Müslüman Eyyubi lideri El-Kamil ile görüşmeler sonucu Kudüs’ü aldığında ve al-Kamil’in etrafındaki Müslüman alimlerle girdiği entelektüel değiş tokuş için övgü topladığında Müslüman-Hıristiyan işbirliği ironik bir doruk noktasına ulaştı. Bu örnekte olduğu gibi, Eyyubi hükümdarları birbirlerine karşı sıklıkla çeşitli Frenk hükümdarlarla işbirliği yaptı. 1260’ların başları Moğollar, Antakya Beyliği Frenkleri ve Kilikya Ermenilerinden oluşan bir ittifaka karşılık olarak Müslümanlar ile Filistin Frenkleri arasında ilginç bir ittifakın oluşmasına tanıklık etti.

Dolayısıyla görüyoruz ki “Haçlı Seferleri Çağı” olarak adlandırılan zaman diliminde bile müttefik ve düşman seçmede kültürel ve dinî farklılıklar en fazla ikinci dereceden bir rol oynuyordu. Bir tarafta bir kurum olarak Haçlı Seferleri’nin kademeli gelişmesi, diğer tarafta ise cihat hareketi olmasına rağmen, 12. ve 13. yüzyıllar boyunca Frenk ve Müslüman yöneticilerin izledikleri politikalar, gerçek anlamda uygulanan politikalar söz konusu olduğunda pratik kolaylık politikalarıydı.

Bütün bunların “Medeniyetler Çatışması” teorisi açısından önemli çıkarımları var. Bu teori doğru olsaydı, medeniyetler arasındaki teorinin yekpare, “su sızdırmaz” olduğunu kabul ettiği farklılıklar, siyasi bağlılık ve çatışmaların gidişatını belirlemiş olmalıydı. Eğer bu Haçlı Seferleri çağında bile böyle değil idiyse, eğer Haçlılar ideolojik güdümlü seferlerinden sonra bir kez Levant’a yerleşmelerinin ardından buradaki Müslüman akranları gibi pragmatik strateji geliştirmenin dayattıklarına göre hareket ettilerse, Huntington’ın yaptığı gibi çağdaş Haçlı Seferleri ve Karşı Haçlı Seferleri’nin zorunlu olarak bugün var oldukları haliyle Müslüman ve Hıristiyan medeniyetler arasındaki kayda değer farklılıklardan ortaya çıkacağını varsaymamız için bir sebep yoktur.

Yeni Haberler