Köşe Yazısı

Kadro ve kadrocular üzerine

Kurtuluş Kayalı / 14.02.2015

Bir Cumhuriyet Öyküsü Kadrocuları ile Kadroyu Anlamak İlhan Tekeli ve Selim İlkin’in muhtemel en iyi kitabı. Empatik bir biçimde Kadroyu Anlamak denemesinin şimdiye kadar gerçekleşmemiş olması önemli bir eksikliktir. Şimdiye değin hemen herkes kişilerin kendi hikayelerini bilmeden bir Kadro değerlendirmesi yapmıştır. Fakat bu metin, kritik olmasa da Kadro mensuplarının hayat hikayeleriyle, neredeyse hayat hikayelerinin bütünüyle süslemiş. Hem kişilerin, hem de derginin seçici olmayan bütünsel bir fotoğraf çizilmiştir. Bu anlamda da Tarih Vakfı Yurt yayınları arasında farklı bir yer taşımaktadır. Ancak eksikliklerden ve yanlışlıklardan da uzak değildir.

Kadro hareketinin nasıl şekillendiğini göstermesi açısından bazı noktaları bakımından hayat hikayelerini ve Türkiye’nin gelişim dinamiğini anlamaya çalışmak gerekmektedir. Bazı genellemelerle bazı somut durumları ana hatlarıyla aktarmaya çalışmak anlamlı olabilir. Kadro dergisinin ve Şevket Süreyya’nın 1960’lı yıllarda tartışılmaya başlandığını söylemek hiç de doğru görünmemektedir. Bu çerçevede bir ibare üzerinde durmak anlamlı gibi görünmektedir: “Otobiyografisini yazan ikinci Kadrocu, Şevket Süreyya’dır. Şevket Süreyya’nın, yayımladığı 1965 yılında aydınlar arsında önemli yankılar yaratmış olan Suyu Arayan Adam adlı kitabı onun Kadro’nun yayımlanmasına kadar olan yaşam öyküsünü tüm ayrıntılarıyla coşkulu bir biçimde anlatmaktır.” Şevket Süreyya otobiyografisini 1965 değil 1959 yılında yazdığı gibi, Suyu Arayan Adam da 1960’kı yılların ortalarında hemen hiç tartışılmamıştır. Yazarlar bir başka yerde de doru bir bilgi aktarır: “1950’li yılların sonlarına kadar esas meşgalesini buradaki çalışmaları oluşturur. (Kayaş Vadisi) Kendi biyografisi olan Suyu Arayan Adam’ı burada yazar. 1958 yılında Remzi Kitabevi tarafından yayımlanan kitap önemli yankılar yaratır.”

Bunun önemini şu noktada görmek gerekmektedir. Şevket Süreyya Aydemir’in bu kitabı 1959 yılında yazmış olması ya da 1965 yılında yazmış olması halinde içeriği ve düşünsel doğrultusu haliyle farklı olacaktır. Bir başka husus da 1959 yılında yayımlanması halinde kitaba yöneltilecek eleştiriler değişik bir mahiyet arz edecektir. Daha da önemli nokta kitaba fazla sayıda eleştiri yöneltildiğini belirtmelerine karşın bu eleştirilerin mahiyeti hakkında (yeteri kadar ne kelime) hemen hiç bilgi vermemeleridir.

İlginç olan hususlardan biri Kadro hareketi üzerinde dururken bütünlüklü ve birörnek bir tahlil yapma denemesinde bulunmamasıdır. Örneğin, Vedat Nedim Tör’ün Kurtuluş ve Aydınlık dergilerindeki yazılarının uzun uzun özetlenmesine mukabil; Şevket Süreyya’nın Aydınlık‘ta yer alan yazılarına, belki de Lenin ve Leninizm başlıklı yazısının dışında değinilmemesidir. Bir de kitabın yazarları biyografileri büyük ölçüde altı Kadro mensubunun kendi anlatımına dayandırmış olmalarıdır. Bu noktada da farklı bir tutum içine girmiş olup, Vedat Nedim Tör’ün özellikle 1927 tevkifatı dolayısıyla anlattıklarını sorgulamalarına mukabil, Şevket Süreyya’nın ya da bir başka Kadro mensubunun değişik sözlerine eleştirel bir çerçevede bakmadıkları görülmektedir. En azından bu noktada Vedat Nedim için kullanılan şiir gibi başka şiirler de bulunabilir. Nitekim daha sonraki sayfalarda Şevket Süreyya hakkındaki şiir de biraz değişik bir biçimde kullanılmaktadır.

Kitabın en aksayan yanlarının başında kitabı başka metinlerden kalkarak bir açıklama teşebbüsünün, bir yorum denemesinin olmayışı bulunmaktadır. Bunların en başında da TKP-CHP ilişkisi ve bu ilişki konusunda Kadrocuların, özellikle Vedat Nedim ve Şevket Süreyya’nın yorumları gelmektedir. Bu noktada onların yorumlarıyla yetinmekte, bir ölçüde de bazı tarihçilerin yorumlarına değinmekte ve fakat dönemi genel anlamda açıklamaya çalışmadığı gibi, o sıralarda Şefik Hüsnü’nün daha sonra Türkiye’de Sınıflar başlıklı kitapta toplanmış olsa da Aydınlık yazılarındaki yorumlardan konuyu anlamak için yararlanmayı denememektedir. Bunu genel anlamda anlamayı denemeseler de Şefik Hüsnü’nün Kadro’nun birinci sayısına dönük olarak kaleme aldığı uzun eleştiriyi geniş olarak özetlemekte ve ekte vermektedir. Zaten ana hatları itibariyle Kadro’ya yönelik eleştirilere değinmek yerine Kadro dergileri çıkar çıkmaz, sıcağı sıcağına beliren eleştirileri incelemeyi yeğlemektedirler. Nitekim kitabın daha başında da biraz, biraz değil tam anlamıyla ideolojik eleştirileri bariz bir şekilde küçümsedikleri anlaşılmaktadır.

Büyük İnkılap Küçük Politika başlıklı sosyolojik sayılabilecek metinlerden daha sonra bütünlüklü olarak yer aldığı Atatürk kitabına gönderme yaparak değil, ilk defa yayımladığı Milliyet gazetesindeki metinlerden alıntılanarak yararlanmaktadır. Bu metnin sonradan bütünlüklü olarak bir kitapta yayımlandığının farkında bile değillerdir. Bunun ötesinde metnin ne zaman yayımlandığına/yazıldığına dair de bir kanaat belirtmemektedirler. Leyla Karaosmanoğlu 1976 yılında bu notları yayınlarken Yakup Kadri’nin bu metni 1933 yılında yazdığını ifade etmektedir. Zaten değişik zamanlarda olduğu gibi 1930’lu yıllarda yazdığı metinlerde bu metinde söylediklerinin bir ölçüde ifade ettiği görülmektedir.

Kadrocuları ve Kadroyu Anlamak başlıklı kitabın en uzun bölümü üç yüz bir sayfa tutan “Kadro’nun Öyküsü” başlıklı bölümüdür. Bu bölümde otuz altı sayılık derginin neredeyse bütün yazılarının özeti, geniş sayılabilecek bir özeti yapılmıştır. Ayrıca dergi çıktıktan sonraki yankıları ve eleştirileri de özetlemiştir. Bu arada kitabın yazarlarının konu hakkındaki nitelemeleri de oldukça sınırlı olmuştur. Sorulacak bir kaç konu gündeme getirilmelidir. İlk soru kitap olarak da basılmış, üç ayrı cilt kitap olarak da basılmış bir kitabın neredeyse her bir yazısının özetlenmesinin nasıl bir anlamı vardır, bunun izahı nasıl yapılacaktır. Yankı ve eleştirinin bir değerlendirilmesi halinde özetlenmesinin elbette olumlu tarafları vardır. Burada derginin yazılarının özetlenmesinde de bir farklılık söz konusudur. O da özellikle Yakup Kadri tarafından yazılan edebiyat ve kültür yazılarının özetinin olağanüstü kısa olmasıdır. Kadro üzerine olağanüstü fazla sayıda metin olması dolayısıyla diğer metinlerin özetlenmesinden daha çok kültürel boyutu yeterince irdelenmemiş kültür ve edebiyat metinlerinin genişçe özetlenmesi ve değerlendirilmesi, derginin bir başka boyutunun anlaşılmasını sağlayabilirdi. Bunun dışında üzerinde durulması gereken bir husus da Kadro hakkında yazılan kitapların ve makalelerin ayrıştırılması ve değerlendirilmesidir. Bu kitap ve makalelerin genel anlamda değerlendirilmesi ve süreç içinde farklılaşması da muhtemelen belli sebeplere istinat etmektedir. Bu hususun atlanmaması gerekmektedir. Bu noktanın mutlaka üzerinde durulmalıdır.

Altı çizilmesi gereken husus genellemeler, değerlendirmeler konusunda olağanüstü isteksiz davranılmasıdır. Bu hususta şimdilik üç esas üzerinde durmak gereklidir. Bunlardan biri derginin temel doğrultusunu gösteren İnkılap ve Kadro kitabıdır. Bu kitabın Türk Tarih Kurumu’nda bulunan ilk biçimi ile 1932 yılında yayımlanan şeklinin geniş bir tahlilinin yapılmamasına dikkat edilmelidir. Bunun olağanüstü ilginç bir durum olduğu açıktır. !968 yılında da yayımlanan bir kitabın, otuz altı yıl sonra bir kez daha yayımlanması sorunun tartışılmasını gerektirmektedir. Türkiye’de Kadro üzerine çok sayıda kitap yazılmasına karşın bu kitabın ayrıntılı ve titiz bir şekilde tartışılmaması önemli bir eksiklik olarak belirmektedir. Bir de müstemleke, yarı-müstemleke tabiri Osmanlı’yı da kapsayacak bir genellik içinde neredeyse kitabın bütününde hiçbir soru işareti uyandırmadan tartışılmaktadır (Örnek için bkz. s. 203-206). Sonraki dönemlerde ve özellikle son sıralarda Osmanlı hakkında yarı-müstemleke/yarı-sömürge kavramı ona dönük eleştiriler konusunda hemen hiç düşünülmemiştir. Bu durum yazarların yaygın olan düşüncelerin peşinde olduklarının, yaygın olan düşüncelerle uyum halinde olduklarının açık bir göstergesidir. Yaygın olanın peşinde olmalarının bir başka göstergesidir. Bir de Osmanlı toplumunu feodal olarak niteleyen İsmail Hüsrev’in yaklaşımı konusunda olağanüstü olumlu bir tutum takınmışlardır. Bu noktada yaygın eğilim doğrultusunda düşündükleri apaçık görülmektedir. Bir de yaygın eğilime uygun bir niteleme yapmaktadırlar. İsmail Hüsrev: “Bu derebeylik Avrupa feodalizmine göre daha geridir” (s. 200). Çok sınırlı sayıdaki yorumlarından birini yazarlar bu konuda ifadelendirmektedirler: “Türkiye’nin 1960’lı yılların sonunda yaşadığı Asya tipi üretim tarzı tartışmaları hatırlanırsa İsmail Hüsrev’in bu konudaki haklılığı anlaşılır. Muhtemelen İsmail Hüsrev bu konuda Sultan Galiyevcilerin çalışmalarından haberdar olsrak bu sonuca varmaktadır” (s. 200). Bu tür tartışmaların “semeresiz ve aldatıcı neticeler” vereceğini söyleyen İsmail Hüsrev’e , onun görüşlerine katılmalarını birkaç yön itibariyle değerlendirmek gerekmektedir. Bir kere yazarlar ATÜT tartışmalarının neden başladığının ve bunun evrensel boyutlarının farkında değil gibi görünmektedirler. Bunun evrensel düzeydeki biçimlenişi anlamında Sovyetler Birliği ve Fransa’da ne zaman ve hangi bağlamda tartışıldığının üzerinde durmamışlardır. Dolayısıyla Türkiye’de tartışılmasının, o dönemde tartışılmasının bir dayanağı yokmuş gibi görünmektedir. Bir başka husus da Türkiye’de Asya tipi üretim tarzı tartışmalarının “1960’lı yılların sonlarında yaşandığı” (s. 200) şeklindeki düşüncenin yanlış olduğudur. Bunun en somut göstergesi de Kemal Tahir’in Yorgun Savaşçı (1965) romanı ile Sencer Divitçioğlu’nun Asya Tipi Üretim Tarzı ve Azgelişmiş Ülkeler (1965) kitabıdır. Hatta ATÜT konusundaki tercümeler söz konusu olduğunda meselenin tartışılmasının 1960’lı yılların başlarında olduğu, başlarında başladığı söylenmelidir.

Kitabın belki de en ilginç ya da daha doğrusu yararlı yönü altı Kadrocunun; Kadro dergisinin kapatılış tarihinden sonraki hayat hikayelerinin verilmesidir. Fakat bu noktada da olağanüstü sınırlayıcı bir durum vardır. Bir kere bu altı kişinin hayat hikayesinde kendi yazdıkları metinler ağırlıklı olarak kullanılmakta, bir de onlardan biriyle yapılan görüşmeye dayanılmaktadır. Bu uğraş içinde bir ölçüde Yakup Kadri’nin Yön’e yansıyan konuşmalarında bariz bir biçimde Büyük İnkılap Küçük Politika başlıklı çalışmasındaki yaklaşımına benzer görüşler vardır. Zaten bu metinde ifadelendirilen görüşlere yazarların yeterince vakıf oldukları konusunda kuşku bulunmamaktadır. Nitekim metni okumuş olmaları halinde daha sonraları Türkiye’de tartışılan süreklilik tezi konusunda ne ölçüde düşünsel benzerlik olduğunu fark etmek mümkün görünmektedir. Yakup Kadri konusunda fazla bir kaygıları olmadığı için çalışmalarında Yakup Kadri’nin yazdıkları konusunda hiç de duyarlı değil gibidirler. Bunun somut göstergelerinden biri de Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun 1963 yılında CHP’den istifa etmesini hem içinde bulunduğu gruba eleştirel bakmasına hem de kayınbiraderi Burhan Asaf Belge’nin Yassıada’da bulunmasına bağlamaktadırlar. Bu bağlantı Halkevleri kitabında Murat Belge’nin DP konusundaki olumlu sayılabilecek değerlendirmesinin kökeni hususundaki ilkel yoruma benzemektedir. Aslında 1963 yılında CHP’den istifa ederken yazdığı dilekçeden, o sıralarda yayımlanan broşürden haberdar olmadıkları için ezbere yorum yapmaktadırlar.

Benzeri durumu Şevket Süreyya’nın sonraki dönemki hayat hikayesinde de görmek mümkündür. Bunun en ilginç göstergelerinden biri de Şevket Süreyya’nın Menderes’le ilgisini, kendi kitaplarına, Menderes’in Dramı ve İhtilal’ın Mantığı ile 27 Mayıs Devrimi kitaplarına hiç gönderme yapmadan, bütünüyle Mükerrem Sarol’un kitabından aktarılmasıdır. Halbuki o iki kitaba müracaat edilse belli ölçüde farklı bir hikaye ortaya çıkacaktır. Bir de kritik sorunlarla yazarların pek de ilgisi bulunmamaktadır. Bu arada ilginç olan nokta 12 Mart sonrasında Nadir Nadi başta olmak üzere bir grup yazarın gazeteden uzaklaştırılmaları sonradan yeni baştan gazetede yazmaya başlamalarıdır. Bunların gazeteden uzaklaştırıldıkları dönemde de Şevket Süreyya gazetenin ikinci sayfasındaki yazılarını sürdürmüştür. Kitapta bu hususun hiç belirtilmediği görülmektedir.

Aslında buaraya kadar yazılanlardan da anlaşılabileceği gibi kitabın en büyük zaafı genel anlamda değerlendirme yapma konusunda sıkıntı taşımasıdır. Türk solundaki ayrışmalar konusunda bilgilerinin ve yorumlarının sınırlılığı meseleyi yeterince anlamadıklarının kanıtını sunmaktadır. Bunların başında Yön üzerine etkili entelektüelleri incelerken Niyazi Berkes, Şevket Süreyya ve Sadun Aren’e öncelik vermeleri gelmektedir. Bu tür değerlendirme yaparken genellikle dergide hangi sıklıkla yazdıklarından kalkarak akıl yürütmektedirler. Bir de hiçbir şekilde gündeme getirmeyerek Doğan Avcıoğlu’nun 1965 yılında Mihri Belli’yle birlikte Roger Garaudy’nin İslamiyet ve Sosyalizm broşürünü çevirmelerinden ve bunun yarattığı sosyalizm-İslamiyet tartışmalarından bahsetmemektedirler. Bir anlamda bu tartışmanın önemi ve bu tartışmanın soldaki tartışmalar, ayrışmalar üzerindeki etkileri konusunda hiç düşünmemektedirler. Zaten konu üzerinde hassas olmadıklarının en güzel göstergelerinden biri “Millî Demokratik Devrimciler” deyişini kullanmalarında somutlaşmaktadır. Bu tabir bu grubun kendisi hakkında kullandığı değil, karşı grubun kullandığı sıfattır. Dolayısıyla mesafeli bir bakış söz konusu değildir. Bir de şimdiye değin Yön’e etki konusunda İlhan Tekeli’nin aklına Niyazi Berkes’in adı hiç gelmezken bu metinde gelmesinin nedenleri üzerinde düşünmek gerekmektedir. Bir takın konulara, özellikle 1960’lı yıllardaki gelişmelere hakim olmadıkları/olamadığı aşikar görünmekte olup yaptığı kimi saptamalar tam evlere şenlik bir durum arz etmektedir. Belkide bu nedenle Kadrocuların özellikle 1960’lı yıllardaki yaşantılarının anlatımı bir çok hatayla malul.

Nitekim genel değerlendirmeler yaparken hiç de soru sorma gereği duymamaktadırlar. Örneğin bağımlılık kuramının öncüsü olması anlamında Kadro hareketinden bahsedilmesi yaygın bir eğilim olarak belirmiştir. Buna ilk başlayanın Emre Kongar olması bir şekilde sorgulanmalıdır. Kadro üzerinde yoğunlaşmanın bu bağlantılandırma eylemiyle elbette belirgin bir ilişkisi vardır. Kitabın yazarlarının bununla ilişkilendirilebilecek başka tespitleri daha bulunmaktadır. Bağımlılık kuramının Türkiye’de geliştirilmemesini dış konjonktürün yanında, ona ilave olarak Kadrocu düşüncenin ülkenin aydın çevresi tarafından benimsenmemiş; tersine küçük bir çevreyle sınırlı durumda kaldığıyla ilintilendirilmekte ve “bu durumda da Türkiye 1960’lı yıllarda kendi yakın tarihinde köklerini bulabileceği düşünceleri geliştirerek dönemin koşullarında canlı tutamadığı için ithal etmek zorunda kalmıştır” (s.546). Bu tür tespitlerin yapılmasını olumlu bir durum olarak nitelemek gerekirse de insanın kafasında ister istemez iki soru uyanıyor. Bir kere yazarların şimdiye değin önemli bir yerli düşünce adamına yönelik bir ilgileri olmadığı gibi Türkiye’ye ilişkin herhangi bir batılı yaklaşımı eleştirdiklerine dair bir belirti de yok. Bir de bu kitabın düşünce tarihi kitabı olarak yazılmadığı konusuna yaptıkları vurgu (s. 543-544) bu tür bir anlayışın bir tolumda özgün düşünce geliştiremeyeceği/geliştirilemeyeceğine dair bir kanaat sahibi olmak ve de bunu bilinçli olarak beslemek demektir. Bütün akademik çalışması, velut akademik çalışmaları bu ülkede özgün düşünce olmaz kanaatini dillendirmeye dayanak yapabilecek olan İlhan Tekeli’nin Türkiye’de düşünce üretimi konusunda hassasiyet göstermesine bir nebze de olsa olumlu bakmak anlamlı olabilir. Kendi yaşındaki akademisyenlerin çoğunun telif eser yapma eyleminin bitmesine karşın İlhan Tekeli’nin özgün olmadığı açık olsa da telif kitaplar yazmasını olumlu karşılamak gerekmektedir. Dolayısıyla yazdığı metinlere olumlu duygularla sempatik bir şekilde yaklaşmak yeğlenmelidir.

1960’lı yıllardan itibaren Türk düşünce dünyasında bir Rönesans yaşandığını düşünen ve bunu açık ya da örtülü bir biçimde ifade eden yazarların ilgilendikleri konuları gerçekçi bir şekilde değerlendirmeleri mümkün görünmemektedir. Bu durum kitapta Anadoluculuk düşüncesinin belirgin olarak olağanüstü sathi bir şekilde anlaşılmasında somutlaşmaktadır. Yetmişine yaklaşan bir akademisyen Anadoluculuk hakkında kanaatini 2000’li yıllarda yazılmış sathi bir makaleden devşiriyorsa diyecek bir şey yok gibi görünmektedir. Türkiye’de hemen herkesin dikkatini sadece ve yalnızca Kadro üzerine odaklaşıp Kadro’nun çağdaşı herhangi bir hareket ya da dergiden bahsetmemesini dikkatli bir zihniyetin kendi kendine sorması gerekmektedir. Kendine bu soruyu sorduğunun ve fakat bu soruya cevap alamadığının en güzel göstergesi de İlhan Tekeli’nin son Türk Tarih Kongresi’ndeki tebliğidir. Aynı zamanda bir başka sorun da kendini göstermektedir. 1960’lı yılları bir düşünce Rönesans’ı olarak nitelemek aynı zamanda eski dönemi değil, o yılları da anlamamayı beraberinde getirmektedir. Kadro üzerine kitabın temel zafiyeti de sözü edilen bu iki dönem hakkındaki yaklaşımının olağanüstü sathi olmasıdır. Esen 1960’lı yıllar rüzgarının şekillendirdiği velut yazarların metinlerinin moda eğilimlere kapılmak suretiyle şirazesinden çıktığını fark etmek mümkün görünmektedir. Özellikle İlhan Tekeli açısından söylemek gerekirse bir yazarın 1960’lı yılların eleştirel havasından 2000’li yılların uyumluluk ortamına savrulması hüzünlü bir durumdur. Kadro üzerine yazılmış en heyecansız kitabın, Kadro hareketine eleştirel ya da olumlu bakan bir çok kitabın heyecanına mukabil bu konudaki en olumsuz kitap olarak nitelenmesi hiç de yanlış olmayacaktır. Kitabın yazarları hiçbir şekilde Türkiye’de Kadro konusundaki düşüncelerin nereden nereye geldiğini dert edinmemişler. Dert edinmeyince de ortaya bu tür kitaplar çıkmaktadır. Türkiye’de hiç kimsenin Kadro dergisindeki makalelerin tamamını özetlememesi üzerinde de düşünmek gerekmektedir. Basımı üç cilt halinde yapılmış bir derginin bütün yazılarının özetlenmesini şöyle bir düşünmek anlamlı olabilir.

Yeni Haberler