Köşe Yazısı

“Bütün Şairlerimizin Cedd-i Ekberi”: Namık Kemal

Hakan Arslanbenzer / 14.02.2015

Başlık Cemil Meriç’ten. Namık Kemal için böyle diyordu Cemil Meriç: “Tevfik Fikret’ten Nazım Hikmet’e, Yahya Kemal’den Necip Fazıl’a kadar bütün şairlerimizin ceddi ekberi…” Cemil Meriç okuyucusu üstadın bu tür hükümlerini bilir. Filolojik okumayla politik anlam yüklemenin kesişme anında, sezgiselliği yüksek, yanlışlanması güç. Bu hükmü Namık Kemal okumalarımızın kılavuz cümlesi olarak edinmekte hiçbir sakınca yoktur.

Yazık ki bugün için Cemil Meriç’in kılavuz cümlesinin (bunun gibi sayısız kılavuz cümlede olduğu gibi) pek fazla işlev gördüğünü söyleyemeyiz. Kimsenin haberi yok ki Namık Kemal’den. İnsanlar Namık Kemal’e gitmek değil, şöyle bir uğramayı bile akıllarından geçirmiyorlar ki Cemil Meriç’in cümlesi onlara kılavuzluk edebilsin. Geçişler, süreklilikler, takipler kimsenin umrunda değil. Çok ilgili görünenler bile, Namık Kemal’le ilgili genel bir iki cümle öğrenip geçmekte, tekrarın tekrarının tekrarını yapmakta tuhaf bir rahatlık buluyorlar. Tekrarcılığın kültürlü olmak demeye geldiği günler eski devirlerde kalmış değil belki de…

Kılavuz cümlelerin ya da klişelerin, genellemelerin geçmişe ve derine doğru konuyu kapatan değil tam aksine açan şeyler olması gerekir. Cemil Meriç öyle demişse öyledir deyip orada takılıp kalmak doğru olmaz. Her şeyden önce cümlelerin öğlelerine şöyle bir bakmak bile öğretici olabilir. Cemil Meriç niye siyasi düşünürlerin veya politika önderlerini değil de şairleri Namık Kemal’in şeceresine yazıyor? Bu sorunun cevabı Türk şairlerinin kişiliğinde yatıyor olsa gerek. Sayılan isimlerin ve benzerlerinin ortak özelliği Türk şiirini temsil erkine sahip şairlerden olmalarıdır. Büyük şairlerdir. Önde gelen ve yüksek şairlerdir. Namık Kemal’le akrabalıklarının birinci kesimi budur. Namık Kemal ilk defa modern anlamda Osmanlı/Türk şair tipini kendinde yaratan ve uzun süre bunun temsilcisi kalan bir şairdir. 1860’lardan 1910’lara kadar Türkiye’de şiir demek, yazı ve kültür demek az çok Namık Kemal’in yolunda ilerlemek anlamına geliyordu. Ki Kemal’in 1930’lara kadar varlığını bir şekilde hissettirebildiği de söylenmeli.

Diğer kesim, yine sözü edilen şairlerin Tıpkı Namık Kemal gibi politikayla şu veya bu derecede alakalı kişiler olmalarıdır. Türk şairi siyasidir dersek bugün bile herhalde buna kimse şaşırmaz. İşte bunun için de Cemil Meriç, Namık Kemal’in hepimizin büyük babası, büyük dedesi ilan ederek ne bir tereddüt gösteriyor ne de görüşünden en ufak taviz verecekmiş gibi duruyor. Bilgisini, görgüsünü bazı zanların aksine (kendisinin söylediklerinin yanıltıcılığı da var tabii ama) Fransız edebiyat ve düşüncesinden çok Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerimizin edebiyatına (ki bu bizzat Cemil Meriç’e göre düşünce ve siyasetimizle hemen hemen aynı şeydir) borçlu olan üstadımız Namık Kemal’le ardılları arasındaki kan bağından söz ederken gayet kendinden emindir. Şunu da unutmamak lazım ki, o meşhur “dergiler hür tefekkürün kaleleridir” kılavuz cümlesini söylediği pasajda Cemil Meriç, Meşrutiyet döneminin siyasi tarafı da olan edebiyat dergilerini model almaktadır. Özellikle Cumhuriyet’ten sonra siyasi kişiliğini kaybedeb edebiyat dergilerini taştan taşa çalar, bunları etkisiz ve işinin erbabı olmaktan uzak densizlikler veya saçmalıklar olarak görür. Cemil Meriç’e göre siyasi işlevini kaybetmiş bir edebiyat olmazlar olasıdır.

Modern Osmanlı/Türk şairi için bir ilkörnek: Namık Kemal
“Modern” ve “Osmanlı” kelimelerinin birlikte söylendiklerinde çoğunuzun tuhafına gideceğinin farkındayım. Ne var ki durum kesinlikle budur. Namık Kemal, modern Osmanlı şair tipinin hem yaratıcısı hem de ilkörneğidir. Yaratıcısıdır, çünkü eleştirileriyle onun oluşumunu önemli oranda belirlemiştir. İlkörneğidir, çünkü bu eleştirilere uygun eserler vermeye herkesten çok kendisi uğraşmıştır. Ki ilkörneklik bu bağlamda da geçerlidir. Namık Kemal’den sonra gelen bütün şairlerimiz şair oldukları kadar eleştirmenler de. Hatta ikinci sınıf şairlerin de bunu sık sık taklit ettiklerini, bu yüzden de olduklarından fazla görünmeyi en azından bir süreliğine bastırdıklarını görüyoruz. Mesela, İlhan Berk’in modernist şiirin oluşumuna şiirsel ve düşünsel katkısı oldukça cılız kalmakla beraber belli bir dönemde modernist şiirin savunmasını yapanların en önünde onu görürüz. Hatta Berk bunu o kadar inanmış ve pozunu takınmış bir tutumla yapar ki, modernist şiirin savunması yolunda ortaya attığı (eh biraz da kafadan attığı) düşüncelerini geri kalan 45-50 yıl boyunca da sürdürmeye, ayrıntılandırmaya ve temellendirmeye devam etmiştir. Kısa keselim, İlhan Berk’i bile o kadar gayrete teşvik eden model sessiz bir şekilde Namık Kemal’den başkası değildir. Sessiz bir şekilde, çünkü 1930’lardan itibaren yenilik/modernlik ya da millilik ve yerlilik modeli olarak Namık Kemal’den söz edilemez olmuştur. Buna, bunun içeriğine ve sebeplerine biraz sonra değinelim.

Bugün yana yakıla şiirin özü itibariyle siyasi bir şey olduğunu anlatmaya uğraşıyoruz. İnsanların buna tepkisi ise iki türlü. Bazıları bunu asla kabul etmeyecek gibi duruyorlar. Onlara göre şiir 1930’ların icadı (tercümesi desek?) olan saf şiir heyulasını canlandırmaktan başka bir anlam ifade etmiyor. Kendi himmete muhtaç bir dede olan saf şiiri bir kenara bırakırsak; şiirimizin özünde taşıdığı siyaseti az çok sezebilenlerin tepkisi ise “Peki, bu iş nasıl olacak?” türünden bir merakı içeriyor. Bu işin nasıl olacağı, hemen söyleyelim ki ironik ve ama aynı zamanda tarihsel bir şekilde (çünkü Cemal Süreya’nın “tarihsel kötümserlik” dediği de tarihsel ironizimdir; hatta modern tarihimizin büsbütün bir kinaye yahut da Murat Güzel’in ironi yerine önerdiği terimle tecaül-i arif olduğunu söyleyebiliriz) Namık Kemal’den beri sorunun gelenekselliğini kuran ve sürdüren şeydir. Sadeleştirirsek, bu iş nasıl oluyor diye soruyorsak Türk şiirinde hayat vardır; sormuyorsak sorulacak bir şey de kalmamış demektir. Tecahül-i arif yapmayı sürdüreceğiz yani. Cevabını bilmiyormuşuz gibi sormaya devam edeceğiz: Siyasi şiir nasıl olacak? Ve cevabı cevap formu içinde hiçbir zaman vermeyeceğiz. Çünkü bunu yaparsak, verdiğimiz de bir cevap olmaktan çıkarak ölü bir kalıp haline gelecek.

Kendinde şiirden kendisi için şiire
Namık Kemal, Türk şiirinin Türk ve Müslüman olmayanla karşılaşma anında ortaya çıkmıştır. Olumlusu olumsuzu, inançlısı inançsızı, derin sığı, zirveleri ve dipleriyle Kemal’de önceki şairlerimiz kendinde şiirin örneklerini vermeyi sürdürmüşler, belagatı şiirin kendi iç ilişkileri üstüne oturtmuşlardır. Belagat dediğimiz de o döneme kadar şiirin hurufatıyla ilgili kılı kırk yaran gözlem ve muhakemelerin sınırında oluşmuş bir şeydir zaten. Klasik Osmanlı belegatı şiirin içindeki şartları mükemmelleştirmeye çalışan bir şeydir.

Namık Kemal’in siyasiliği gene zannedilenin aksine sürgünde Avrupa görmesiyle falan değil, bizahiti Osmanlı şiir metninin içinde başlar. Tanzimat Fermanıyla yaşıt bir şair olarak Namık Kemal, klasik belagatın giderek zorlama ve hapsetme, sınırlama anlamı kazanmaya başlayan kurallarının dışında bir şey arama eğiliminde olduğu için Şinasi’nin içseli bırakıp dışsala yönelen bakışını hemen fark etmiş olmalıdır. Beklenti olmazsa keşif hiç olmaz. Namık Kemal, meşhur menkıbeye göre Beyazıt Sahaflarında Şinasi’nin şiirini gördüğünde aradığı etkiyi bulmuştur.

Arayış tatminsizliğin, yetinemezliğin bir ifadesidir. Namık Kemal’in tatminsizliğinin kaynağını nerede aramalı? Artık klişeleşmiş, anonimleşmemiş Türkolog cümlelerini şöyle bir gözden geçirelim: “Namık Kemal’in siyasi, fikrî, edebi bütün faaliyetleri sosyal bir karakter taşır. Bunun başlıca sebebi bir Divan şairi olmaya hazırlayan genç Namık Kemal’in Sofya’dan İstanbul’a gelir gelmez kendisini imparatorluğun bütün müesseselerini sarsan bir medeniyet buhranı içinde bulmasıdır. Tarihi hadiseler Doğu medeniyetinin Batı medeniyeti karşısında ayakta duramayacağını göstermiştir. Bir ferdi olduğu imparatorluk çökmektedir. Bu durumda yapılması gereken nedir? Namık Kemal, bütün fikri ve edebi eserlerinde bu temel meselenin çözümüyle ilgili tekliflerini ortaya koymuştur. ilh. İlh.” Yanlışını çıkarmak zor gibi görünüyor isimsiz Türkologumuzun. O kadar büyük laflar ki neresinden tutsanız üstünüze yıkılır. Medeniyet buhranı, imparatorluğun çöküşü, tarihsel gerçekler, sosyal karakter, siyasi, fikri, edebi faaliyetler… Sanırsınız ki kemal herhangi bir genç şair değil de adeta kafayı sıyırmış bir tür ta kendisi Don Kişot.

Özellikle Sultan II. Abdülhamit’in karmaşık fakat hükmedici tek adam yönetimi altında takındığı ihtiyatlı, sakin, mutedil tavra bakılırsa Namık Kemal’de Don Kişotça bir saflıktan söz etmek yersizdir. Ki yaklaşımı da duyguculuktan çok gerçekçiliğe yakındır. Heyecana ilgisi, heyecan denen kimyanın edebiyatla halkı bir araya getirme kabiliyetine bağlıdır. Buna da hamaset diyoruz, ya da epik şiir. Prantezleri kapatarak devam etmek gerekirse: Namık Kemal’i önemsiz, geride ve geçmişte kalmış, varlığını otomatikman sonlandırmış bir müellif gibi düşünmek ne kadar yanlışsa, öncesiz ve sonrasız, gökten zembille inmiş bir müceddit kılığına sokmak da o kadar yersizdir. Kemal, sıfatını çağının beklentilerinden almaktadır. O, Tanzimat kuşağının gelişme potansiyelini açığa çıkardığı ferttir. Estetik ve politik yenileşme ve gelişme beklentisinin kaynaştırıcısıdır. Bunu da kendinde şiirden kendisi için şiire, Divan şiirinden modern şiire geçerek (adeta zıplayarak) başarmıştır.

Şiir Osmanlılar için Tanzimat gelişmesiyle birlikte artık eskisi gibi, Doğulu burçları üsütünde yükselen bir şanlı bayrak olmakla yetinecek, kendi mükemmel ülkesi içinde kendisiyle tatmin olacak durumda değildi. Kendinde şiir şairlerine gelmeden ortadan kalkmış bulunuyordu. Artık şiirin şiir olmayanla, Osmanlıcanın Avrupa dilleriyle, Osmanlı kültürünün Avrupa kültürleriyle karşılaşması ve kendisi için şiire dönüşmesi gerekiyordu.

İpek kılıçla boynu vurulan şehzade: Siyasi şiir
İpekten kılıç olmaz. Siyasi şiir, içinde Namık Kemal’den Mehmet Arif’e kadar bir büyük kuşağı, kültür alanının merkezinden kenarına doğru iten şey en temelde küçük memur tipi şair ve yazarların isteri ve anksiyetesidir. Bu, 1930’ların sonundaki titreme anında siyasi bir isteri ve anksiyete gibi görünmekle beraber, özü itibariyle patetik, estetik ve sentetiktir. Cumhuriyetin yarattığı iyimserlik ve fütürizmi bu isteri ve anksiyete kollamaktadır. Şiirin voltajını kaybetmesinin o dönemdeki sorumluluğu, kendilerini Cumhuriyetin ilk edebi kuşağı olarak görenlerin kültür alanında yerlerini garantiye alma konusundaki laik tutumlarıdır. Türkiye’de o anlamda dinle devlet işlerinden çok dinle edebiyat, devletle edebiyat işleri ayrılmıştır. Siyasi şiirin ve Namık Kemal, Mehmet Akif gibi sahici portrelerin bumerang gibi her dönemde bir kere daha geri dönmelerinin sebebi de budur. Namık Kemal’i yarattığı kuşağın diğer siyasi şairleriyle birlikte geriye ve geçmişe hapsedip unutturma telaşına düşenler bumerangın dönüşüyle birlikte anonimleşip silinmektedirler.
Cemil Meriç’in cedd-i ekber benzetmesine dönerek, bahsi şimdilik aralık bırakalım: Kültürümüzde her türden redd-i miras, evlatlıktan reddedilme tehdidini de içinde taşır. Namık Kemal’in ve eserinin ömrü Türkçenin ve Türklüğün ömrüyle özdeştir. Bu özdeşliğin bilgi ve inançla her kuşakta yeniden sınanması ise hadisenin tabiatı gereğidir.

Yeni Haberler