Köşe Yazısı

Savaş esirleri

Nil Özben / 21.01.2016

1914-1922 yılları arasında Rusya’nın çeşitli bölgelerinde toplam sayısı 65 bini bulduğu düşünülen Osmanlı askeri esir düştü. Birinci Dünya Savaşı’nın esir askerleri, İkinci Dünya Savaşı’nın esir askerlerine kıyasla daha az incelenmiş bir konu. Osmanlı askerlerinin esaret hikayeleri ise literatürde oldukça küçük bir alan kapsıyor. Mevcut çalışmalar içinde daha ziyade Mısır’daki esir askerler üzerinde durulduğunu görüyoruz. Rusya’dakiler hakkında yapılan yerli çalışmalar son derece sınırlıyken yabancı çalışma neredeyse yok.

Öncelikle bir kavram olarak “savaş esiri”nin üzerinde duralım. Temel bir tanım vermek gerekirse, savaş esiri, savaşan devletin çatışma devam ederken düşman devlet tarafından gözetim ve denetim altına alınan, bu devlette “tutuklu” bulunan vatandaşlarına verilen isim. Bir kişinin savaş esiri olarak tutulmasının çeşitli sebepleri olabilir: Kişinin birliğine yeniden katılıp savaşa dönmesini engellemek, ele geçirilen kişileri bir güç ve zafer göstergesi olarak sergilemek, cezalandırmak, işgücünden faydalanmak, önemli istihbarat elde etmek gibi. Savaş esiri statüsü ve olayın hukuki boyutu üzerine birçok yazı kaleme alınmış, ama bunlardan 1913 tarihli “The Prisoner of War” başlıklı makale ironik niteliği bakımından ayrı bir yerde duruyor. Askerî başsavcı George B. Davis’in yazdığı makalede bir savaş esirinin hukuki tanımının ne olması gerektiğine ilişkin görüşler ifade ediliyor ve bu kişilerin ne gibi haklara sahip oldukları anlatılıyor. Davis, savaş esiri kavramına tarihsel bir çerçeve çiziyor; kadim zamanlarda böyle bir kavram olmadığından, insanların zaman geçtikçe savaşta ele geçirilen kişilerin bir değer ifade edebileceğini anladığından bahsediyor ve özellikle 19. yüzyılın ilk yarısında artık yerleşmiş bir uygulama haline gelen savaşta esir almanın hukuksal tanımının yapılıp sınırlarının çizilmesine çalışıldığını ifade ediyor. Davis’in tanımına göre savaş esiri insanca muamele görmeye hakkı olan, silahları dışındaki özel eşyalarını kendisini esir alanlara teslim etmek zorunda olmayan, bu kişilere özel veya askerî bilgi verme zorunluluğu bulunmayan, rütbesine göre maddi yardım alması gereken bir kişidir. Davis’in bu satırları kaleme almasından bir sene sonra patlak veren savaşta bu düzenlemelere ne ölçüde uyulduğu elbette önemli bir soru.

Savaş esirinin teoride kim olduğunu, pratikte ise teorinin öngördüğü standarttan ciddi sapmalar bulunduğunu biliyoruz, çünkü elimizde, savaşan devletlerin askerlerinin kaleme aldığı birçok anı var. Buna rağmen I. Dünya Savaşı’ndaki esir askerler konusu, yazının başında da belirtildiği gibi akademik açıdan sıkça ele alınmış bir konu değil. Bunun neden böyle olduğu sorusunu soran tarihçi Peter Gatrell, iki muhtemel cevap sunuyor: Savaş esirlerinin çatışma devam ederken sürekli vurgulanan kahramanlığın, büyük başarıların bir “antitezi” olması ve bu kişilerin sosyo-tarihî skalada nereye yerleştirilmeleri gerektiğinin tam olarak bilinememesi. Esir askerlerin savaş devam ederken ülkenin kurtuluşunun ve orduların zaferinin ön planda olması nedeniyle tecrübe etmiş olabilecekleri ihmal durumunun, savaştan sonra da yakın zamana kadar neden devam ettiği sorusu karmaşık bir soru. Bu sorunun bir boyutu da savaş esirleri hakkındaki çalışmaların neden daha ziyade belirli ülkelerin askerleri üzerinde yoğunlaştığı meselesi.

Esir Türk askerleri hakkında çok fazla çalışma olmadığından bahsetmiştik. Rusya’daki savaş esirleri konusu ise belirli isimler tarafından ele alınmış. Bu esirlerin sayısı hakkında kesin bir bilgiye sahip değiliz. Mevcut tahminlerin 40 bin ile 65 bin arasında değiştiği düşünüldüğünde bu belirsizlik daha da açık hale geliyor. Cemil Kutlu, neden kesin bir rakama ulaşılamadığını çeşitli nedenlerle açıklıyor: Osmanlı ordusunda tutulan çizelgelerin pek güvenilir olmaması, devletler arasında bu kayıtların sağlıklı bir kıyaslamasının yapılamaması, ele geçirilen kişilerin ne kadarının esir olarak alınıp ne kadarının öldürüldüğünün bilinememesi ve iletişim imkanlarının kısıtlılığı. Özellikle Galiçya ve Kafkasya cephelerinden getirilen Osmanlı askerlerinin Rusya’nın çeşitli bölgelerine gönderildiğini ve gördükleri muamelenin de son derece değişken olduğunu biliyoruz. Rusya’daki savaş esirleri konusundaki bilgilerimizin çoğunu hükümet tarafından Hilal-i Ahmer temsilcisi olarak bölgeye gönderilen ve 13 Ocak 1918’den 1 Şubat 1919’a kadar burada kalan Yusuf Akçura’nın hazırladığı son derece uzun ve geniş kapsamlı rapordan elde ediyoruz. Öncelikli olarak savaş esirlerinin kesin sayısının tespiti ile görevlendirilen, daha sonra kendisinden bu esirlerin sağlık durumlarını ve ihtiyaçlarını öğrenmesi talep edilen Akçura’nın Rusya’da geçirdiği zaman boyunca özveriyle çalıştığını, elinden geleni yapmak için büyük çaba sarf ettiğini anlıyoruz. Kendisinin titizlikle tuttuğu düzenli notlar, bugün bölgedeki durumu anlayabilmek için elimizdeki en önemli kaynak.

Rusya’daki Osmanlı esirleri üzerine önemli çalışmaları bulunan bir başka isim de Yücel Yanıkdağ. Yanıkdağ, çalışmalarında sürecin nasıl işlediğine dair önemli bilgiler veriyor. Toplanan askerlerin Rus subaylar tarafından sorgulandıktan sonra gönderilecekleri yerlere gitmek üzere en yakın tren istasyonuna yollandıklarını yazan Yanıkdağ, bu esnada askerlerin karşılaştıkları muamelenin çeşitli olduğunu ifade ediyor. Rus askerlerinin değişik kaynaklarda genellikle ılımlı olduğu ifade edilen tutumunun önemli bir sebebi, topraklarında bulunan çok sayıdaki Türk ve Müslüman halkın tepkisini çekmekten kaçınmaları olabilir. Nitekim bu kişilerin gördükleri askerlere ellerinden geldiğince yardım etmeye çalıştıkları da birçok yerde dile getirilmiş. Yalnızca askerlerin kalacakları yere gönderilmeleri sırasında değil, yerleşmelerinden sonra da yerel Türk ve Müslüman toplulukların esirlere yardım etmek için çeşitli girişimlerde bulunduklarını biliyoruz. Yusuf Akçura, bu girişimlerin bir örneğini söyle aktarıyor: “Rusya’da sakin Müslümanlar, yani Şimal Türkleri, Osmanlı üserasına (esirlerine) her türlü ve birçok muavenette (yardımda) bulunmuşlardır. Daha Çar idaresi devam ederken bile bazı mahallelerde üseraya muavenet komiteleri teşkil ederek yakınlarındaki karargahlara bilhassa erzak vermek suretiyle muavenet ettikleri gibi, teşebbüs-i zatileriyle karargahlardan çıkıp memleketlerine avdet eden (dönen) müteşebbis ve cesur esirlerimize her türlü teshilatı (kolaylığı) izhar etmişler (göstermişler) ve nakdi ve fikri muavenetlerinden dolayı bazı Müslümanlar, Çar hükümeti tarafından mücazata (cezaya) bile duçar olmuşlardır.” Akçura’nın raporunda bu türden yardım faaliyetlerinde bulunan tam on altı farklı kuruluşun adı geçiyor. Akçura, bu yardım çalışmalarının bölgede Türkçe çıkan gazetelere verilen ilanlarla da duyurulduğunu ve desteklendiğini ayrıca not düşüyor.

Osmanlı savaş esirlerinin bu türden maddi ve manevi yardıma şiddetle ihtiyaç duydukları muhakkak. İki sıra tahta ranzadan oluşan kompartımanlarında balık istifi halinde kalacakları yere ulaşmayı başaran askerler -ki önemli bir kısmı yolda hastalıktan veya soğuktan ölmüştür- zorlu yolculuklarının sonunda kendilerini kirli, soğuk, ıslak, parazit ve bit dolu bir barakada buluyorlardı. Açlık ve hastalık olağan şeylerdi; askerlere savaş koşulları gerekçe gösterilerek gittikçe daha az yemek veriliyor, hijyenik koşulların eksikliği ve aşırı kalabalık başta tifüs, tifo ve kolera olmak üzere hastalıkların artmasına ve yayılmasına yol açıyordu. Yücel Yanıkdağ, konuyla ilgili kaleme aldığı bir makalede Türk askerlerinin etraflarını saran bitleri öldürmenin “yaratıcı yollarını” bulduklarını, bunun da onlar için bir nevi rahatlama aracı olarak görülebileceğini yazar. Bütün olumsuz koşullara rağmen, esirlerin hayatlarını olabilecek en olumlu şekilde idame ettirmeye çalıştıklarını biliyoruz. Esir kamplarındaki aktiviteler arasında futbol, resim ve müzik bulunuyordu. Askerlerin bu aktiviteleri yapma fırsatı bulmaları, Rus askerlerinin kendilerine olumlu şartlar sağlayamamasına rağmen en azından bir hareket alanı bıraktıklarının göstergesi olarak yorumlanabilir. Yanıkdağ, kamplardaki savaş esirlerinin çoğunun diğer ülke esirlerinden dil öğrendiklerini, bir el becerisi kazanmaya çabaladıklarını, kendi aralarında konserler ve tiyatro oyunları düzenlediklerini belirtiyor. Bu aktiviteler esirlerin hayatlarına bir nevi normallik getirirken muhtemelen benliklerini korumalarına da yardımcı oluyordu. Tabii savaş esirlerinden günlük olarak yerine getirmeleri beklenen fiziksel işler olduğunu da eklemek gerekir.

Savaş esirlerine kısıtlı da olsa bir özgürlük alanı tanındığının bir başka göstergesi de yerel halklarla etkileşim içinde olduklarını gösteren kayıtlar. Bu etkileşimlerde İslam’ın birleştirici ve kaynaştırıcı bir öge olarak ortaya çıktığı anlaşılıyor. Yusuf Akçura, Ramazan ayında düzenlenen bir iftarı şöyle aktarıyor: “Moskova’da bulunan 53 esir Osmanlı neferine Hilal-i Ahmer murahhasının (görevlisinin) teşebbüs ve iştirakiyle yerli Müslümanlar bir iftar ziyafeti tertip eylediler. Ziyafet Moskova Türk-Tatar mektebinin büyük binasında verildi. Hamurlu et suyu, etli pilav, komposto, çay ve bol francaladan mürekkep bu iftardan esirlerimiz çok memnun kaldılar. Hele çay esnasında kendilerine tevzi edilen (dağıtılan) sigara ve kibritler memnuniyetlerini daha ziyade artırdı. Okur-yazarlarına Kuran, kitap ve risaleler de hediye edildi. İftardan sonra mektebin havalisinde ta sabaha kadar Anadolu şarkıları çağırıp Anadolu oyunları oynadılar.”

Yerel halkın desteğiyle zaman zaman moral bulsalar da savaş esirleri sonuçta tutsaktı. Osmanlı hükümeti, kendilerinden yardım bekleyen bu askerlere özellikle savaşın ilk zamanlarında yeterli ilgiyi göstermemekle, etkili müdahale teşebbüsünde bulunmamakla suçlanır; fakat hükümetin elinden geldiğince esir askerlerine yardım elini uzattığını söylemek gerekir. Osmanlı Devleti, bu girişimlerinde tarafsız kalan ve askerlerle ilgili arabuluculuk görevi üstlenen ülkeleri devreye sokmanın yanı sıra, kendisi de bölgeye çeşitli heyetler göndermiş, askerlerin iadesi veya takası için çeşitli anlaşmalar yapmaya çalışmıştır. Tarafsız devletler aracılığıyla savaş esirlerine ulaştırılmak istenen yardım ve özgürlüğün bir örneğini Nisan 2014’te İstanbul’da düzenlenen “Osmanlı Cephesi’nde Yeni Bir Şey Var: Cihan Harbi’ne (1914-18) Yeniden Bakmak” konferansında bir konuşma yapan Tülin Uygur dile getirmişti. Savaş esirleri konusunu gündeme taşıyan İsveç’e 50 bin kron ödendiğinden ve bu meblağ karşılığında İsveç Kızılhaç’ının Rusya’daki kamplardan toplam 428 askeri ülkelerine geri getirdiğinden bahseden Uygur, izlenilen rota ve taşınan askerlerin ahvali hakkında bilgiler vermişti. Uygur’un konuşmasında tanıdık bir isim de geçiyordu: Yusuf Akçura. Uygur, Akçura’nın taşınmak üzere trenlere bindirilen askerlerin yanına gittiğini, onlara maddi yardım yapıp meyve ve sigara dağıttığını aktarmıştı.

Geride kalan esir askerler içinse 1917 Bolşevik İhtilali’nin önemli sonuçları oldu. Kamplar üzerindeki denetimin daha da azalması, yeni yönetimin esirlerin serbest olduğunu açıklaması üzerine askerlerin bir kısmı yakın kasaba ve şehirlerde iş bulmaya niyetlenirken bir kısmı da ülkenin içinde bulunduğu karışıklıktan dolayı kamplarda kalmayı tercih etti. Yerel halkın yardımlarını artık çok daha kolay bir şekilde yapabilmesi de birçok esir için umut oldu. Kendilerine sağlanan pasaportlar veya ulaştırılan maddi yardım sayesinde bir grup esir ülkelerine dönebildi. Yusuf Akçura’nın bu zaman dilimine denk düşen notlarına bakalım: “Kazan’da bulunan Osmanlı esirlerinin hemen hepsi Kazan’ın Müslüman mahallelerinde serbest yaşamakta idiler. Bunların zabit, sivil veya neferlerini ayırmak müşküldü. Bazı nefer veya çavuşlar zabit olduklarını iddia etmişler, bazı siviller kendilerini asker diye göstermişler, bazı askerler de bilakis sivil demeyi daha muvafık (uygun) bulmuşlardır. Bu karışık kümenin bir kısmı otellerde, bir kısmı evlerde, bir kısmı ise medreselerde yatıp kalkıyorlardı. (…) Birkaç çavuş ve nefer mahalle bekçisi yazılmışlar, birkaç zabit ve nefer de ‘Kızıl Hassa’ya, yani Bolşevik Ordusu’na kaydolmuşlardır. Bir miktarı Tatar köylerine dağılarak orada rençberliğe girmişler, ve hatta rivayete göre bazıları köylerde evlenerek adeta yerleşmişler ve mahalli Müslümanlar arasında eriyip gitmişlerdir.” Akçura’nın Bolşevik Ordusu’na katıldıklarından bahsettiği Türk askerlerinin sayısının oldukça az olduğu tahmin ediliyor. 1917 İhtilali’nden sonra Bolşeviklerin esir kamplarında propaganda faaliyetlerine giriştiği, kendilerine katılanlara para vadettikleri biliniyor olsa da akademisyenler, Türklerin buna pek fazla rağbet etmediğinde hemfikir. Bunun nedeni olarak da propagandanın temeli olan sınıf farklılıklarını ortadan kaldırma ülküsünün Osmanlı askerine hitap etmediği, çünkü bu türden farklılıkların yaratması muhtemel sorunlara aşina olmadıkları gösteriliyor.

Bolşevik İhtilali ve savaşın bitişi, esir askerlerin tümünün özgürlüklerine kavuşmasını sağlayamadı. Bazılarının esareti 1922 yılına kadar devam etti. Omsk, Tomsk, Nargin Adası, İrkutsk Samara, Kazan, Moskova, Nijniy Novgorod, Harkov gibi çeşitli bölgelere gönderilen yaklaşık 65 bin savaş esirinden yalnızca 20-25 bin kadarı ülkesine dönebildi. Geri döndükleri ülkenin savaşa gitmek için terk ettikleri ülkeyi ne kadar andırdığı, geride bıraktıklarının ne kadarını sağlam bulabildikleri, bu geri dönüşün ardından nasıl bir yeniden uyum süreci tecrübe etmek zorunda kaldıkları ise yalnızca kendilerinin bilebilecekleri konular. 

 

Kaynakça

Akgün, S. K., ve Uluğtekin, M. Birinci Dünya Savaşı Sonunda İskandinavya’dan Sibirya’ya Hilâl-i Ahmer Hizmetinde Akçuraoğlu Yusuf. Ankara: Türkiye Kızılay Derneği Yayınları, 2009.

Aslan, B. “I. Dünya Savaşı Esnasında Nargin Adası’ndaki Türk Esirler.” A. Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi 42 (2010): 283-305.

Davis, G. “The Prisoner of War.” The American Journal of International Law 7 (1913): 521-545.

Gatrell, P. W. “Prisoners of war on the Eastern front, 1914-1918.” Kritika: Explorations in Russian and Eurasian History 6 (2006): 557-566.

Köstüklü, N. “I. Dünya Savaşında Rusya’nın Ukrayna ve Diğer Bölgelerindeki Türk Savaş Esirlerine Dair Bazı Tespitler.” Uluslararası Türkiye-Ukrayna İlişkileri ve VII. Uluslararası Gagauz Kültürü Sempozyumu bildirisi, 2009.

Yanıkdağ, Y. “Ottoman Prisoners of War in Russia, 1914-22.” Journal of Contemporary History 34 (1999): 69-85.

Yeni Haberler