Eskimeyen Kitaplar, Kitap Dünyası

Üç Tarz-ı Cemil Meriç

Osman Emre Narin / 14.02.2015

Üstat Meriç’in “Araf”ta olduğu sıklıkla söylenmiş bir söz. Kendi beyanları da bunu destekler mahiyette. Fakat Cemil Meriç’i anlamaya çalışırken bunu esas almamızı, dahası eleştirerek saf dışı bırakmamızı gerektiren pek çok şey var. 1940’lardan 60’ların sonuna kadar sol/modernist eğilimli yayınlarda bir belirip bir kaybolan ve filoloji ile sosyoloji arasında bir yerde duran; daha sonra, özellikle 1970’ler boyunca milliyetçi yayınlarda görünen ve milliyet ve kültür kavramlarına ağırlık veren; son olarak da 1980’lerde doğrudan doğruya İslam ve bilime yönelen düşünürün her üç kesime hitap etme arzusu kesindir. Bu yüzden de hakkındaki “araf”çı söylemin yahut söylentinin terk edilmesi gerekir. Her kesime hitap etme arzusuyla arafta olmak çok farklı şeyler çünkü.

Değişken bir karakter arz ettiği ve bir yere, bir gruba, bir ideolojiye bağlanmadığı su götürmez. Yine de izlediği, sürekli etkilendiği ve esinlendiği bir şey vardır: Türkiye’nin ortalama yönelimi. Değişken mizaçlı düşünürlerin ortak bir özelliğidir bu. Belli bir grupla kader birliği içinde yaşamazlar ve dolayısıyla buna göre düşünmezler, ama kendilerini kuşatan genel ortamın, yani Türkiye’nin ortalama gidişi üzerinden edindikleri izlenimi yazılarının kimyası haline getirirler. Yazılarının kronolojisi bu yüzden bilhassa önemlidir.
Cemil Meriç’i 1940’ların başında TKP’nin yayın organı olan Yeni Edebiyat‘ın yazar kadrosunda buluyoruz. Yazarın TKP veya benzeri bir sol örgütle dikkate değer bir ilgisinin olmadığını bildiğimiz için, bu bilgi ilk başta şaşırtıcı görünebilir. 40’lı yıllar Türkiye’sine dikkatle baktığımızda ise şaşkınlığımız hemen geçer. Özellikle ilk 1940’lı yıllar ülkemizde katılmadan zor şartlarına maruz kaldığımız Dünya Savaşı ile tek parti diktasının kesiştiği bir dönemdir. Bu dönemde düşünce ancak uçlarda filizlenebilmiş, daha doğrusu devlet her filizlenmeyi mümkün olduğu kadar uçlaşmaya itmiştir.

Cemil Meriç’in o dönemde Yeni Edebiyat‘ta yazması ile 1965’te Dönem’de yazması arasında ciddi bir fark yoktur. 1960’lar öncü ve bağımsız bir tür liberal sol düşüncenin, yer yer Türklüğü öne alan ve yer yer tam aksi yönde Avrupalılık iddiasında/talebinde bulunan bir tür sosyalizmin okur yazar çevreleri etkisi altına aldığı bir dönemdir. Dönem, aslında ne Hüseyin Cöntürk yönetiminde çıktığı sayılarda ne de Cöntürk’ten sonraki döneminde sosyalist fikriyatın belirleyici olduğu bir dergi sayılmaz. Ama o yıllarda hem modern(ist) olup hem de Kemalist olmayan şeyler otomatikman sosyalizm içre kabul edildiği için Dönem’in düşünsel liberalizmi örtük kalmıştır. Bugün bazı işgüzar solcu edebiyatçıların (unutmayalım ki sol Türkiye’de daima “durumdan vazife çıkarma” felsefesiyle hayat bulma gayretinde olmuştur; İsmet Özel’in son zamanlarda geriye dönerek solun bu özelliğini övmesi bana inanılmaz saçma geliyor; durumdan vazife çıkarmakla vazifeşinaslık arasında derinlemesine farklar var çünkü, en azından bir cuntacılık-sivillik farkı var) geriye doğru bir sol edebiyat tarihi yazma çabaları dahilinde Dönem’i de sol edebiyatın köşe taşlarından biri sayma eğiliminde olmaları şaşırtıcı değildir. Olsa olsa geçersizdir. Dönem veya genel olarak Hüseyin Cöntürk edebiyatı, Ataçgil edebiyatın veya genel anlamda liberal Kemalizmin mantıki sonuçlarına ulaştığı momentumu temsil eder; başka deyişle Türkiye’nin sahiden Batılı akımlarından biridir.

Üstat Meriç’in Cöntürk’ten sonraki Dönem dergisinde tamamen Batı edebiyatı hakkında yazılar yazdığını, sonrasında da Dönem Yayınevi’nin Meriç’in Hint edebiyatı ile ilgili kitabını bastığını görüyoruz. Bu kitap yukarıda Dönem için söylediğimiz bir şeyi, tam Batılı olmanın güvenini ve saflığını ifade etmektedir. Batının Hint’i okuma tarzını okuyan bir kitaptır; yüzeysel fakat geniştir. Hint’in okuma yazma tarzını okuyan bir kitaptır; yüzeysel fakat geniştir. Hint’in Türkiye’den sadece ve sadece İslam’a göre okunabileceği gerçeğini fena halde ıskalayan çarpık bir ilk adım, bir tür baltayı taşa vurmadır. Cemil Meriç bu kitabını (Bir Dünyanın Eşiğinde) öve öve bitiremez, çünkü başarısız bir kitaptır ve hemen hiç okunmamıştır. Zamanını şaşırmış bir kitaptır üstelik. Tanzimat-Meşrutiyet döneminin aşırı Batılılaşması ile Cumhuriyet’in 1960’lara kadar getirdiği aşırı dünyalılaşma ya da safdilane modernleşme tarzlarından beslenen bir merak ve gayretin ürünüdür. Kitabın canlı kabul edilecek tek tarafı filolojiden beslenmesidir. Çin ve Hint filolojisinin bizde çok cılız olması, yazarın Hint’i Fransızca üzerinden okuması gibi handikaplar bu canlılığı da gölgede bırakmıştır. Hint’i bugün bile hâlâ Asaf Halet’in iki üç parça şiirinden sezdiğimiz kadar biliyoruz. Özetle, Batı’ya olduğu gibi Doğu’ya yönelme de Cumhuriyet’in kültür projesinin başlıklarından biriydi ve Cemil Meriç’in ilk ciddi deneyi de bu başlık altında ele alınmalıdır. Başarısızlığı üzerinden ele alınması gereken bir deney elbette. Yazarını sözünü ettiğimiz Batıcı/dünyacı projenin eleştirmenlerinden biri haline getirecek bir deney.

Cemil Meriç’in Türkiye’si
Mustafa Armağan birkaç yıl önce Doğu-Batı dergisinin “Araftakiler” başlıklı özel sayısındaki yazısında Cemil Meriç’in Hataylı olduğu için Kemalizme ve Cumhuriyet’e mesafeli olduğuna inanmamızı istiyordu. Getirdiği deliller ilk bakışta ikna ediciydi üstelik. 1939’da anavatana katılabilen Hatay, Meriç’in yetiştiği ve öğrenim gördüğü dönem boyunca bir imparatorluk hatırası olarak bir kenarda duruyordu vesaire… Bu yaklaşımın sağlıksız tarafı, Hatay’ın ve Meriç’in aidiyetini farkında olarak olmayarak Türköne’nin ve Türkiye’nin ötesine taşıma eğilimidir. Mustafa Armağan kendisi açıkça dile getirmese de, Cemil Meriç’te Fransız ya da İngiliz sömürgelerinde yetişmiş düşünürlerin bir misalini görmemizi diliyor. Ha Edward Said ha Cemil Meriç gibi bir şeye geliyor mesele yani.

Oysa delilin kendisi bizi pekala başka bir noktaya da götürebilir. O dönem boyunca İstanbul’da bir lisede (eğitim dilleri Fransızca olan İstanbul Lisesi ve Galatasaray’da mesela) okumakla Hatay’da bir lisede okumak arasında net bir fark yoktur. Zira, bunlar haddizatında Osmanlı’nın mirası olan okullardır. Sömürge okulları ile kıyası yanlış olur. Edward Said’in okuduğu İngiliz okulları konusundaki en büyük şikayetini hatırlayalım: Arapçanın yasak olması. Cemil Meriç anavatana geç katılan bir vilayette İstanbul’da okur gibi okuyabilmişse, bu tamamen Osmanlı’dan Cumhuriyet’e dönüşümün bağımsızlık üzerinden olmasıyla ilgilidir. Pek çok muhalifi var bu düşüncenin, ama Türkiye Cumhuriyeti ancak ve ancak bağımsız bir devlet olarak kurulabildiği için Osmanlı mirasını (borçlarıyla beraber) devralabilmiş bir devlettir. Köksüz modernlik ve ulusallık Osmanlı bakiyesi ülke-devletlerin başlıca sorunudur, evet; ama bunu Türkiye’ye uygularken modernlik, ulusallık, Batılılık karşıtları bile köksüz olanın devam edegelenden ayrılmasını mesele edinmektedirler. Yoksa Mustafa Armağan’ın sultanlığı savunuyor olması gerekirdi… Özetle, Meriç’in Osmanlılığı Cumhuriyet erbabı olmasına engel değil, tam tersine bunu sağlayan temel şeydir zaten.
Cemil Meriç’in 19 yaşında komünist sıfatıyla çıkarıldığı mahkemenin bir Osmanlı şeriat ya da Fransız sömürge mahkemesi olmadığını unutmamak lazım. Nazım Hikmet ve Kemal Tahir, dahası Orhan kemal neredelerse Cemil Meriç de aşağı yukarı aynı yerdedir. Tabi düşünsel yönelim itibariyle. Meriç’in diğerleri gibi hapsedilmemiş olması, komünizm mücadelesine fiilen hiç katılmamış olması sanıyorum tâbiyetindeki sözümona belirsizlikten kaynaklanan bir şey değildir. Bu, Cemil Meriç’in entelektüel tercihleriyle ilgilidir. “Mahkemeye çıkarıldığımda bir tek işçinin elini bile sıkmış değildim,” diye yazar meşhur günlüklerinde. Meriç’i daha iyi açıklayacağını düşündüğüm cümle lise anılarında geçer: “Haftada yirmi saat felsefe okuyorduk.” Yani soyutluk; praksisten uzak, “faydasız” düşünce. Hayatı boyunca direkt politik denebilecek bir tek ilişkisi, bağlantısı olmamıştır. Dahası, elini bile sıkmadığı yani tanımadığı tek insan tipi de işçi değildir. Cemil Meriç köylüyü, küçük memuru, esnaf ve zanaatkarı, tüccarı vesaireyi de tanımaz; düşüncelerindeki kitabilik ve soyutlukla hayatının asosyalliği arasında bir paralellik vardır.

“On dokuzunda putperesttir insan”
Hayatını ve kişiliğini soyut düşüncenin hükmü altında belirleme ve şekillendirme azmi, Cemil Meriç’in ömrünü kaplayan bir tutumdur. 19 yaşında komünist sıfatıyla mahkeme huzuruna çıkarılmış olsa da, aslında Türkçülük o yaştaki düşüncelerinin atardamarını oluşturmaktadır. Bir aralık “Şaman” ve “Yılmaz” soyadlarını kullanacak kadar Türkçülüğü kendine mal etme sevdası vardır Hayat Reyhaniyeli genç “Hüseyin Cemil”in.

“Meçhul” ve “müphem”… Cemil Meriç’in en çok kullandığı kelimeler. Görünüşe bakılırsa meçhulü maruf, müphemi aleni hale getirmeye çalışmıştır. Ne var ki, Meriç’in her defasında haklılaştırılamayacak şüpheciliği sebebiyle buna tersinden bakma hakkımız da yok değildir. Gerçekten meçhulden ve müphemden kurtulmak isteyen bir düşür müdür Cemil Meriç? Yoksa zihni sürekli meçhuller ve müphemlerle icat eden, tabir caizse ekmeğini meçhul ve müphemin topraklarında arayan bir düşünür mü?

“Putpereslik” ya da daha doğrusu tabirle ateizm, Cemil Meriç için sahici bir oluş biçimi olmamıştır hiçbir zaman. Cemil Meriç yer yer Hümanizm üzerinde yükselen bir deizme saplanır, ahir ömründe gerek düşüncesinde gerek günlük konuşmalarında Müslümanlığını belirginleştirmiştir; ama yola onunla çıktığını söylediği Ateizm Meriç’te “samimi” ya da Nietzsche’nin tabiriyle “masum” bir şekilde hiçbir zaman bulunmamıştır. İnançlarını kaybeden bir dindar ya da inançların arasında, ortasında bir yerlerde kendini bulan ve hiçbirine bir türlü inanmayan (“Araf”ta) biri olmamıştır. Böyle olsaydı kendisine sürekli Türk müyüm, Müslüman mıyım, Avrupalı mıyım gibi sorular soran düşünürlerden biri olması gerekirdi. Oysa Cemil Meriç her zaman pozisyonunun tam farkında olan, Türklüğünü ve Müslümanlığını kültürel ve ahlaki olarak daima yerli yerinde algılayan, bu sayede de yerli düşüncenin, teknik terimlerle modern Türk düşüncesinin gelişiminde katkısı bulunan, öncü konumunda bulunan bir düşünürdür.

Meriç’in inançla ilgisi ateşli bir mümin olma eğiliminde özetlenebilir. İnanmak istemiş biridir. Yazarlara, akımlara, düşüncelere, dillere ve edebiyatlara bile ya ateşli bir aşk duyar ya sönmüş bir aşkın hatırasıyla konuşur ya da soğuk bir kinle veya kırık bir kalbin yakıcı nefretiyle hiciv ve hakaret yoluyla söz eder söz edeceklerinden. Hazreti İsa’ya (a.s.) ve hatta Peygamber Efendimize (s.a.v.) küçültücü denebilecek cümlelerle yaklaştığı yerler vardır; ne var ki aynı kişinin son günlerinde sadece Allah ve Peygamber isimlerini anarak göçüp gittiğini de biliyoruz. Tatminsizlik. Arayış, arada kalmışlık kılığında bir tür inanç ve düşünce isterisi. Şükür ki bu isteri, yazar meraklarının yönünü yerliliğe, İslamlığa çevirdikçe silinmeye başlar ve kendi durumunu “Kendini bilen Rabbini bilir,” hadisiyle açıklayacak bir maruf ve aleni oluşa, bir tatmine ulaşır. Son eserinin girişine koyduğu söyleşide şunları söyleyen birinin arafta olduğunu söylemek her şey bir tarafa nesnelliğine ve zekaya uymaz: “Ne Batıyı tanıyoruz, ne Doğuyu. En az tanıdığımız ise kendimiziz. Hadis-i Kudsi, ‘Nefesini bilen, Rabbini bilir’ buyurur. Böyle bir bilgiye fert olarak da, cemiyet olarak da, beşeriyet olarak da, en çok şimdi muhtacız.

Öze dönüş ya da “kültürden irfana”
Hayatlarında da düşüncelerin de sondan başa okunma gereği dolayısıyla Cemil Meriç, 1980’lerde tarihine yeni bir sayfa açan İslamcılık düşüncesini üzerinden düşünülmesi gereken bir yazardır. Entelektüel ve sosyal hayatının hiçbir evresinde bir düşünce akımına bu kadar dolaysız katılmış değildir zira. Bu neticede karşılık alabilmiş olmasıyla da ilgilidir. Cemil Meriç sosyalistlerden de milliyetçilerden de beklentilerini doyurabilecek bir karşılığı hiçbir zaman alamamıştır. Ne eserleri bu kesimlerde yeterince dikkat çekmiş ne de kendi istediği ve hakkettiğini düşündüğü otorite pozisyonunu bu düşünsel akımlar içinde elde edebilmiştir. Cemil Meriç’e tahtını 1980’lerin İslamcılığı verdi desek pek de yanılmış olmayız.

Bu dönemde çıkardığı son iki kitabının bugün hâlâ yayım dışı tutulması önemli bir göstergedir. Bu iki kitabın çıktıkları an satılıp tükenmiş olması da ayrıca dikkate değer. Sanıyorum 1984 tarihli Işık Doğudan Gelir olsun, 1986 tarihli Kültürden İrfana olsun Cemil Meriç’in en çabuk tüketilen kitaplarıdır. Meriç’in bugünkü “sol” varis, editör ve yayıncıların şu veya bu türden bahanelerle bu kitapları Cemil Meriç külliyatının dışında tutmaya özel bir önem vermekte ve Meriç’in eksik, çarpık ve yanlış algılanmasının baş sorumluları olmaktadırlar. Bunların destekçilerinin de sağ kesimden olması şaşırtıcı değildir. Biraz milliyetçi biraz sosyalist, iki yarım yamalak Cemil Meriç… buna inanmamızı istiyorlar.

Cemil Meriç İslam ve İslamcılığa üçüncü bir yol olarak yönelmiş de değildir. O zaten her zaman bu yönelim içindedir. Öyle olmasaydı yerli ve millî olana, İslamlığa dönüşünü Ece Ayhan ve Cemal Süreya gibi yarıda kesebilirdi. “Arafta” olması gereken, öyle sayılması gereken birileri varsa yerliliğin, Doğululuğun, İslamlığın o kadar da inceden inceye farkında oldukların hâlde kültürel iktidarın şemsiyesi altından çıkmış olmamak için “sol” içindeki yerlerini koruyan İlhan Berk, Ece Ayhan ve Cemal Süreya gibi şairler bunun için daha gerçek örnekler değiller mi? Gerçi bu şairler de Batının postmodernitesiyle Doğunun/İslam’ın dirilişi, öze dönüşü, uyanışı arasında bir yerlerde bulunmaktadırlar; ama Cemil Meriç’in açık seçik bir şekilde, hem de entelektüel kapasitesinin ona bahşettiği bir beceriyle adını bile koyarak (“kültürel irfana”) modern uyanış akımlarına katılmış bir düşünür olduğunu artık niye söylemeyelim?

Yeni Haberler