Kitap Dünyası, Okuma Kılavuzu

Namık Kemal okuma kılavuzu

Hakan Arslanbenzer / 14.02.2015

“Vallahi billahi frenk olmıyacağız.” Namık Kemal

Namık Kemal’in eseri modern basım yayın ölçüleri içinde ne hakkıyla yayımlanabilmiş ne de hakkettiği ölçüde sağlam inceleme ve yaratıcı eleştirilere konu edilebilmiştir. Şairlerimiz ve şiir eleştirmenlerimiz sessizce işbirliği etmişçesine ve neredeyse Namık kemal diye bir şair hiç yaşamadı iddiasındadırlar. Düşünce alanında daha kayda değer bir yeri ve önemi olduğu söylenegelmektedir; fakat bu yerin ve önemin tam olarak ne olduğu günümüzde artık hiç deşilmeyen, kurcalanmayan, klişelerle idare edilip geçiliveren, çoğu zaman da insanların fikren muarız olduklarını yaralamak için Namık Kemal ismini kullanmalarının ötesinde merak bile edilmeyen bir meseledir.

Namık Kemal’in nasıl algılandığı ve ne ölçüde ve ne tarzda okunduğu ardışık kuşaklar üzerinden incelenebilseydi, karşımıza birçok çevrenin son derece meraklı oldukları şu Batılı “bilgi arkeolojisi”, düşünce sosyolojisi veya siyasi antropoloji vs. çalışmalarını gölgede bırakacak bir Türk düşüncesi imgesi, adeta Türk düşüncesinin sinematografik anlatımı ortaya çıkacaktı. Bu imkan elimizden henüz tamamen çıkmış değildir. Zira, Namık Kemal okumak, bugün üniversite edebiyat ve siyaset hocalarının insaf ve zevkine bırakılmış bir şey gibi görünse de, Kemal’in hayatta olduğu 1800’lü yıllardan 1980’li yıllara kadar sürmüş bir olgudur. Süreğin kesildiği an 1980’li yıllar olsa gerek. 1980’lerin ortasından beri Namık Kemal okumak, giderek azalan sayıda insanın yaptığı bir şeye dönüşmüş durumda. Bunu piyasadaki Namık Kemal kitaplarının baskı yıllarını gözeterek daha iyi görebiliriz. Yine de, bazı yeni yayınlardan, en önemlisi de İsmail Kara kontrolünde Dergâh yayınlarınca başlatılan “bütün makaleleri” yayımından yola çıkarak, aksi istikamette bir rüzgarın esmeye başladığını da düşünebiliriz. Sadeleştirilmiş de olsa Osmanlı Tarihi de yeniden basıldı. Darısı piyasada olmayan kitaplarının ve yeni harflerle hiçbir zaman basılmamış eserlerinin başına…

Namık Kemal okumak, oysa, neredeyse yüz yıla yakın bir süre Türkçe okumak ve düşünmenin en önemli şartlarından biriydi. Abdülhak Hamid’den Ahmet Hamdi Tanpınar’a, Necip Fazıl’dan Cemil Meriç’e, Akif’ten Mazın’a… bir döneme kadar Namık Kemal okumamış, ondan beslenmemiş, onun şiirleri ve yazıları üzerine kafa yormamış, Kemal’in şahsiyet ve serleriyle ilgili fikir beyan etmemiş hemen hemen hiçbir önemli yazar gelmemiştir. Sanki Türkçe bir fikir ve şiir cumhuriyeti, Kemal de bunun kurucusudur. Bu, kesinlikle böyledir. Cemil Meriç’in tabiriyle Namık Kemal “bütün şairlerimizin cedd-i ekberidir”, yani büyük babası, ilk atası. Dolayısıyla Namık kemal’in kendiliğinden okunması işinin nerede ne zaman, hangi kuşak tarafından bırakıldığını tahmin etmekten daha önemli olabilir.

İkinci şairleri Namık Kemal’i ya hiç veya etkilenmeyecek ve hatta anlamayacak kadar az okumuşlardır. Garip Akımının ve “Acılı” 40 kuşağının durumu nispeten önemsizdir. Zira, bu grupların kimi okuduğu veya okumadığı da o kadar da mühim sayılmaz. Yazdıklarının önemsizliği, bunların zaten zayıf okuyucular olduğunu gösterir. İkinci Yeni ise şiirde ve yer yer düzyazıda çığır açmış bir kuşaktır; dahası kendilerinden önceki yenilikçi kuşakların amaçlarını kendi dönemsel ve kişisel amaçlarını tam olarak gerçekleştirmek suretiyle taçlandırmışlardır. Bu kuşaktan Sezai Karakoç’un Mehmet Akif ve Yahya Kemal okumuş olduğu, Mehmet Akif kitabı yazmasından ve bu kitapta iki şairi gayet başarılı ve Karakoç takipçileri üzerinde etkili olmuş bir sentez anlayışıyla kıyas etmesinden anlaşılabilir.

Namık Kemal hakkında Karakoç’un yazdığı tek bir yazı var. Bu yazı yüzeyseldir ve Batıcıların Namık Kemal’i bir zamanlar göklere çıkarırken artık unuttuklarını belirten ve bunun altında yatan menfaatçilik, kadir bilmezlik vesaireyi afişe etmeye çalışan bir yazıdır. İlginç olan, Karakoç’un Namık Kemal’in sanatı veya düşüncesi hakkında eleştirel hüküm sayılabilecek hiçbir şey söylememiş olmasıdır. Sanki, şair olduğu kadar bir Türk düşünürü de olan kendisinin Namık Kemal’i bilmek veya hatırlamak gibi bir vazifesi hiç yokmuş da, bu vazife Batıcılara aitmiş gibi bir kaziye vardır. Yahut da şair-düşünürümüz, Namık Kemal’i herkesin yeteri kadar bildiğini, önemli olanın ölüm veya doğum yıldönümünde vefa göstermekten ibaret olduğunu var saymaktadır. Karakoç’un niyetini bilemiyoruz; fakat Namık Kemal’le ilgili sözlerinin Namık Kemal’le pek ilgisinin olmadığı da su götürmez. Karakoç kendi çağdaşlarının vefasızlığını eleştirmektedir, ki bunda da yerden göğe kadar haklıdır.

Diğer İkinci Yeni şairleri ve 1960 Kuşağı arasında eleştiri anlamında eli kalem tutanların Fikret, Akif ve Nazım için bir şeyler söylediklerini biliyoruz. Turgut Uyar’dan İsmet Özel’e, Cemal Süreya’dan Ataol Behramoğlu’na eleştiri yazan modernist şairlerin Fikret-Akif-Nazım üçlüsü karşısındaki pozisyon ve tavrı pek muğlak veya karanlık değildir. Bu ise, üçlünün Namık Kemal’le estetik olmasa bile etik ilişkisi bakımından tuhaftır. Akif’i görüp Kemal’i görmemek veya Fikret’le, Nazım’la ilgili bir fikre ulaşıp Kemal’i buna göre bir yere koymamak nasıl açıklanabilir?

Bunun şiirle düşünce arasına makas girmiş olmasıyla bir ilgisi olmalı. Meşrutiyet döneminin aksine Cumhuriyet döneminde düşünce ile şiir hiçbir zaman ikna edici ölçülerde iç içe olamamıştır. Şu veya bu Cumhuriyet Kuşağı’nın, şu veya bu Cumhuriyet dönemi şairinin bir siyasi yahut toplumsal, tarihsel düşünceye ait veya mensup olması tanıdık bir şeydir; fikirsiz şiir ancak 1980’lerde karşımıza çıkmış nevzuhur bir hadisedir. Ki bu da çok yoğun bir şekilde eleştirilmekte, bu eleştiri yirmi beş yıla yakın zamandır sürmektedir. Hiç kimse şiirle düşüncenin birbirinden kopması veya ayrışması gereken veya ayrılıkları tahammül edilebilir şeyler olduğunu açıkça savunmaz. 1980’lerde şiire başlayanların birçoğu kendilerini şiirin içinde değilse bile dışında bir düşünceye yakın veya mensup olmakla savunuyorlar.

Ne var ki, İngiliz şair T. S. Eliot’ın tabiriyle “duygu düşünce ayrışması” Türk şiirinde 1950’lerde ilk defa patlak vermiş, süreç olarak 1980’lere kadar gelip dayanmış, günümüzde en çok sıkıntı çektiğimiz bir mevcut hal olup çıkmış bir gelişmedir. Şiirde duygunun ayrı, düşüncenin ayrı gitmesinin bir başka tarafı da, düşünce ve siyasette İsmet Özel’in tabirleriyle bilinç-bulunç kopuşudur. Şiir bu anlamda buluncu (vicdanı) temsil etmelidir. Bilinç ise hiç değilse siyasi teoride ifadesini bulmalıdır.
Bilinç-bulunç kopuşu İsmet Özel’e göre Türkiye’de sağ ile solun ayrışma biçimini de belirlemiştir. Sağ buluncu, sol bilinci almıştır. Bunu tercüme edersek; duygu sağda, düşünce soldadır. Böylece, sağın düşüncesiz duygusunun karşısında solun duygusuz düşüncesi yer almaktadır, ki bu da Türk düşüncesinin başka yerde değil Türkiye’de belli bir süredir sürgünde gibi olmasının veya neredeyse getto hayatı yaşamasının sebeplerinden biri olsa gerektir.

İşin ilginç tarafı, gelenekçilerin de Avrupacıların da Namık Kemal’i es geçmeleridir. Gelenekçiler, bir tür kan davası güdüyorlar. Bildikleri tek ezber, Namık Kemal’in klasik şiire karşı durmuş olmasıdır. Kemal’in eski edebiyata itirazlarını haksız ve yersiz itirazlar sayıp geçmek adet olmuş bir şey bugün. Oysa, Namık Kemal’in eski edebiyata itirazlarında teorik olarak haklı olup olmadığından önce bu itirazların yeni edebiyatın ortaya çıkmasında oynadığı role bakılmalıdır. Kemal eski edebiyata hariçten gazel okuyan biri olarak değil, dönemin hemen hemen en seçkin, en büyük saygısıyla karşılaşan yazarı olarak karşı çıkıyordu ve eski karşısında geliştirdiği ret ve itiraz tavrı kendisinden sonra gelenlerin yürüyecekleri yolun inşasında bir numaralı amil oldu. Namık Kemal’in arzu ettiği edebi reformasyon veya ihtilal, sonra gelen kuşakların bir numaralı amacı haline geldi ve 1950’lere kadar Türk edebiyatı kendi kendine karşı devrimci bir tutum içinde oldu. Edebiyat da dil de baştan başa değişti. Bu durumu merkeze almadan Namık Kemal’in edebi kişiliği, özellikle eski edebiyata itirazı çözümlenemez. Sözümona gelenekçilerin bütün yaptığı, Türk edebiyatının yenilenme sürecini inkar ile gerçekleri saptırmaktan, yenilenmenin kazanımlarından bazılarına sahip çıkarak aynı yenilenmenin esasını görmezlikten gelmekten ibarettir.

Edebiyatımızda gelenekçiler de esas olarak varlıklarını Namık Kemal’in muazzam yenilenme gayretine borçludurlar. Zira, Namık Kemal eski edebiyatı hallaç pamuğu gibi atmamış olsaydı gelenek-yenilik tartışması da ortaya çıkmayacak ve böylece Türk edebiyatı zıtlaşmaya dayalı da olsa kendi içinde kendisiyle diyaloga girmemiş olacaktı. Çok önemli bir husus, Namık kemal eski edebiyata itiraz ederken ve mutlak yenilenmeyi savunurken, edebiyat içinde bugünküler kadar bile güçlü bir gelenekçi partinin söz konusu olmamasıdır. Gelenekçiler bugün de son derece zayıf durumdadırlar aslında. Eski edebiyatın tamamen inkar edilmesine itiraz etmekten başka ortak ve dikkate değer bir iddiaları da yok zaten. Edebiyatta eskiye dönüşü, mesela aruz vezniyle şiir yazmayı savunamazlar. Modern edebiyatın klasik edebiyat karşısında önemsiz ve geçici olduğunu, bazıları bunu ima etseler de, açıkça telaffuz edemezler. Zira, kendileri de bizatihi modern edebiyatın, Namık Kemal’in başlattığı büyük değişimin ürünüdürler. Ki gelenekçilik de bugün geleneksellik olmaktan uzak, bir tür özenti, bir züppelik biçimidir. Namık Kemal’le başlayan modernizm gelenekselliğe daha baştan o kadar büyük darbe indirdi ki, çok kısa bir zaman zarfı içinde edebiyatımızda geleneksel denebilecek yol tamamen ortadan kalktı.

Yüz kırk yıl sonra bugün, Namık Kemal’in merkezini işgal ettiği edebi yenilenme ve yeni edebiyat hakkında gelenek lehine yapılacak en sağlıklı değerlendirme, ki gelenekçilerin bir kısmı da bu tarz bir ameliyeye girişmişlerdir, edebiyat yenilenirken değişmeyen şeyleri, hasılı yapısal sürekliliği belirlemektir. Bundan ne gelenek ne yenilik zarar görmeyecektir. Bilakis, edebiyatımızın reformasyon veya devrim çağının geride kaldığı, bir tür bilanço dönemine girdiğimiz bugünlerde bu tarz çabalar edebiyatımızı hem kendi içinde anlamca zenginleştirecek hem de Türk düşüncesiyle alışverişini belirlemeye yardım edecektir. Soru, yani sorulması gereken belki binlerce hayati sorudan yalnızca biri fakat en önemlisi, Namık Kemal’in siyasi şiirinin Nefi ile ilgisidir. Yenilenme dönemi şairleri hemen öncelerinde Şeyh Galip gibi büyük bir usta dururken neden Nefi’yle daha çok ilgilenmişlerdir? Nefi’den Namık Kemal’e, Namık Kemal’den Tevfik Fikret’e, Fikret’ten Akif, Çamlıbel ve Nazım’a, onlardan da daha sonrakilere devam eden çizgi, siyasi şiire yol açan çizgi, Türk şiirinin gelenekten güncelliğe yaşayan tarafı değil midir? İşte sözümona gelenekçilerin meselesinin çok da gelenek veya yapısal süreklilik olmadığını, meselenin kültürel ideolojiyle ilgili olduğunu belirlememize yarayacak bir veri.

Benzeri bir veri de siyasi edebiyat veya siyaset teorisi alanında ele geçirilebilir. Geçmişte siyasi yeniliği getirdiği için o kadar övülen, berraklaştırılan büyük Kemal şimdi niçin unutuluşa, tozlu kitapların sararmış yapraklarına terk edilmiş olsun? Acaba bu, Kemal’in yeterince Avrupalı veya Avrupacı olmadığının anlaşılmasından kaynaklanıyor olmasın? Kemal acaba, Sultana ve Saraya karşı görüşler vazettiği için bir zamanlar göklere çıkarılıp da Cumhuriyet kurulduktan ve yerleştikten, Türkiye Avrupa vadisine iyice girdikten sonra kamilen yerli ve milli bir müellif olduğunun görülmesi üzerine okunmayan, yeniden yayımlanmayan bir sözde klasik olarak bir kenara itilmiş olmasın? Tanzimat’ın resmi belgesi hüviyetindeki Gülhane Hatt-ı Hümayun’un hukuki değil siyasi bir belge olduğunu, Avrupa’ya iman ettiğimiz için değil devleti parçalanmaktan kurtarmak için yaptığımız bir şey olduğunu belirledikten sonra, “Gülhane Hattı bazılarının zannı gibi Devlet-i Aliyye için bir şartname-i esasî değildir. Yalnız şartname-i esasîmiz olan şer’-i şerifin kavâidini teyid ile beraber Avrupa’nın fikrine muvâfık birkaç tedâbir-i idareyi müeyyid bir beyannemeden ibarettir” diyen bir siyasi yazarın Avrupalılığı, Avrupacılığı artık kimsenin yutmayacağı bir maval olamaz mıydı? Şartnameyi esasimiz olan şeri şerif dediği şey, Gelenek ve İslam’dan, dahası Osmanlılıktan başka bir şey midir?

Namık Kemal edebiyatta olduğu gibi siyasette de yerli ve yerlici bir müelliftir. Bugünkü anlamda Milliyetçi veya İslamcı olmayışı, Kemal hayattayken Osmanlılık ve İslam’ın henüz resmen mevcut ve geçerli olmasına bağlıdır. Üstelik Kemal realist bir anlayışa sahiptir ve siasi teoriyle pratik arasında sonraki kuşakların açıkça gördüğü veya tecrübe ettiği mesafe onun için geçerli değildir. Hürriyet, vatan, millet gibi soyut ve içeriği o dönem için henüz belirli olmayan kavramları öne çıkaran bir müellif de olsa, yani romantik bir görünümü de olsa, Kemal edebiyatta olduğu gibi siyasette de duygu ile düşünceyi, bilinç ile vicdanı hayati denilebilecek yeni bir ilişki biçimi üzerinde yeniden düzenlenmeye çalışmaktadır. Bilinç ile vicdan arasındaki kopmayı ilk defa vahim denebilecek bir tarzda sezmiş müellifimiz Namık kemal’dir diyebiliriz. Kemal’in realizmi ve aynı zamanda reformculuğu veya devrimciliği de buna bağlıdır. Yoksa mükemmel birtakım hayaller uğruna gerçeğin inkarı ve asla ele geçmeyecek idealler için hayatını feda değil. Kemal’in fikri gibi vücudu da milli meselemize, millet olarak davamıza mal olmuştur. Her şeyiyle bu topraklara gömülmüş bir yazardır Kemal. Bu yüzden de bu topraklarda her ne yetişecekse bunun tohumunda büyük Kemal’in de katkısı olmuş olacaktır. Toprağımıza karışmış, bu torakla bir olmuş bir isimdir Namık Kemal. Canımızın bir parçasında onu da taşırız.

Okuma Önerileri

Namık Kemal’in tarihi biyografileri
Hazırlayan: İskender Pala
Selahattin Eyyubi, Fatih, Yavuz, emir Nevruz gibi fetih ve müdafaalarıyla Müslümanlar nezdinde kahraman imajına sahip olan yöneticiler hakkında Namık Kemal’in heyecanlı mülahazaları. İdeolojik, politik bir eser. Yazıların aslının translitere edilmesi ise büyük kazanç. Osmanlı Tarihi’nde sadeleştirme yüzünden nüfuz edemediğimiz Namık kemal üslubu, yani ateşli, sert, kesin dil bu kitapta karşımızdadır. Liberal, Batıcı Namık kemal imgesine inananlar açısından şaşırtıcı olabilecek yazılar var bu kitapta. Kemal’in millet ve dinini ne kadar benimsediğini gösteren yazılar.

Namık Kemal’in Hususi Mektupları
Hazırlayan: Fevziye Abdullah Tansel
Titiz metin çalışmalarıyla tanınan Türk edebiyatı akademisyeni Fevziye Abdullah Tansel’in 1967’de yayımına başlanan 1986’da tamamlanan 4 ciltlik edisyonu. Sahafların kült kitapları arasında bulunan bu kitabın dört cildini bir arada görmek her kula nasip olmuş bir şey değil ne yazık ki. Yayımı neredeyse 20 yıl sürdüğü ve basımını 1980’lerde tasfiye edilen Türk Tarih Kurumu yaptığı için, Namık Kemal’in ruhuna okuyucuyu son derece yaklaştırabilecek özel mektuplarını içeren bu eseri piyasada bulmak imkansız. Tansel’in yazılış yerine göre (İstanbul, Avrupa, Magosa vs.) tertip ettiği bu mektuplar, ilgilisinin mutlaka göz önünde bulmak istediği ender hazinelerdendir. İnşallah Namık Kemal’in diğer eserleri gibi bu da çok gecikmeden yeniden basılır. Fevziye Abdullah Tansel’in bu muazzam edisyonundan yıllar önce, 1949’da neşrettiği Hususi Mektuplarına Göre Namık Kemal ve Abdülhak Hamid başlıklı çalışmanın bu yıl yayımlanmış olması ise küçük bir teselliden ibaret.

Vatan yahut Silistire
Hazırlayan: Kenan Akyüz
Türkolojinin en önemli müellif ve akademisyenlerinden Kenan Akyüz’ün sadeleştirerek ve bir giriş yazarak yayıma hazırladığı Vatan yahut Silistire piyesi bugün özel bir edebiyat değerine sahip değildir; ancak tarihsel ve dönemsel bir önemi vardır. İlk defa bir Türk yazar, bir tiyatro eseriyle halkta milli duygular uyandırmış, devletin bekası konusunda aldıkları tavrı yetersiz bulduğu yöneticileri tiyatro temsili yoluyla alttan alta fakat sert bir şekilde eleştirmeyi başarmıştır. Tiyatronun ve genel olarak edebiyatın ne derece siyasi bir rol oynayabileceğinin en mükemmel misali, herhalde Namık Kemal’in Vatan yahut Silistire oyunu olmalıdır. Ne var ki, Kemal’in örnek aldığı İngiltere’deki gibi tiyatroya temel olabilecek bir kent sınıfı ve liberal demokrasi bizde olmadığı için, tiyatro oyunu da, metin de yazarı da devlet tarafından çabucak ve yargılama gereği duyulmadan ortamın dışına itilmiş ve susturulmuştur. Kemal’in eseri Vatan yahut Silistire’de yakaladığı popülariteyi uzun süre korudu, fakat yeraltına inmek zorunda kaldı.

Cezmi
Hazırlayan: Seyit Kemal Karaalioğlu
Tarihi çok seven ve şiirleri, tiyatro eserleri ve tarih yazılarıyla topyekun milleti uyandırmaya çalışan Namık Kemal’in tarihi romanı, Cezmi, tamamlanmamış bir eserdir. Celaleddin Harizmî adlı tarihi piyesiyle aynı amaca yöneliktir, fakat ondan daha güncel göndermelere sahiptir. Siyasi sayılabilecek bir eserdir. Bu yüzden olsa gerek, roman görünüşte İran tarihinden bir sayfadır. Yazar, vatan ve millet sevgisini işlemek için Osmanlı’ya ait bir örnek yerine (çünkü Osmanlı’yı tartışmaya açacak olursa hem şöhretini hem de belki canını kaybetmesi tehlikesi mevcuttur; ki Kemal anlayış itibariyle Osmanlı’nın geçmişine pek fazla da söz ettirmeyen, tarih konusunda milliyetçi duran bir yazardır, bu duruş onun siyasi anlayışının esas stratejisini oluşturur – kapalı bir “biz”cilik…) İran sarayından pasajlar geçer. Roman, romanesk tarafları olsa da, esas olarak romantik bir eserdir ve Kemal’in İntibah, Celaleddin Harizmî, Vatan yahut Silistire gibi eserlerinin yanına konabilir.

Namık Kemal: Devrinin Olayları ve İnsanları Arasında

Hazırlayan: Mithat Cemal Kuntay
Muhteşem Mehmet Akif monografisinin yazarı Mithat Cemal Kuntay’ın Akif çalışmasından 10-12 yıl sonra Milli Eğitim Bakanlığı yayını olarak çıkardığı benzersiz Namık Kemal biyografisi. Kitap Namık Kemal’in edebi, daha çok da siyasi ilişki ve karşılaşmalarını, devrinin siyasi erki konusundaki kanaatlerini ve başına gelenleri, Kemal hakkında başkalarının kanaatlarini ve arada geçen olayları anlatmaktadır. Kitapta özellikle, mason olduğu da söylenen Namık Kemal’in ayrımsız bütün vatansever tarafından nasıl benimsendiği anlatılmak istenmiştir. Kemal karşısında, siyasi çıkarları yüzünden ona karşı olanlar dışındaki okur yazarların tavrı ayrışmaz; hepsi ona saygıyla ve sevgiyle yaklaşır. Mithat Cemal kitabının adına yakışır bir titizlikle, Kemal’e yönelen hücumları da kayıt altına alır, kiatbının ilgili yerlerinde bu tür tavırları da ayrıntısıyla görme imkanını okuyucuyla açar. Amaç, Kemal’in büyüklüğünün ölçülerini ve yaşadığı dönemde nasıl algılandığını tespit etmektedir. Bu amaca Türk biyografi yazarlarının piri konumundaki Mithat Cemal Kuntay kesinlikle ulaşmıştır. Keşke bugünkü okuyucu da kitaba istediği şekilde ulaşabilse.

Yeni Haberler